Sultan Ahmed'le Aziz Mahmud Hüdayi birbir lerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir hediye sunmak istiyordu Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü birhediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî'ye gönderdi Sivasî kabul etti Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'e sunduğu ama kabul etmediğide hatırlatıldı Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: "Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin" dedi Aziz Mahmud Hüdayi'ye de "Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti" dediler Onun tepkisi de şöyle oldu: "Onun için hiç bir sakıncası yoktur Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dur ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir"
HOŞA GİDEN YORUM
Aziz Mahmud Hüdayi ile l Sultan Ahmed'in dostluklarının ilginç bir başlangıcı vardır Sultan Ahmed tahta çıktıktan bir süre sonra bir rüyasında, Macaristan kralı ile mücadele ederken sırtüstü yere düştüğünü, kralın da üstüne çıktığını gördü Padişahın bu rüyasını gerek sarayda gerekse saray dışında makul bir yoruma bağlayan çıkmadı Bunun üzerine padişaha bu rüyasını Üsküdar'da oturan, ünü yeni yeni yayılan Aziz Mahmud Hüdayi'ye yorumlatması teklif edildi Sultan Ahmed rüyasını bir kağıda yazıp cevaplandırması isteğiyle Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi Hüdayi hükümdarın adamını dergahının kapısında karşıladı, elindeki mektubu aldı daha okumadan "cevabı burada" deyip kendi mektubunu verdi ve geri çevirdi Aziz Mahmud Hüdayi padişahın rüyasını şöyle yorumlamıştı: İnsanın rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi, gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir Sırt insanın en kuvvetli yeridir Toprak da en kuvvetli dayanaktır Bu ikisi birleşince kuvvet üstüne doğar Kısaca bu rüya islam'ın kafirlere galebe edeceğini simgeler Sultan Ahmed, bu mantıklı ve müjdeli yorumu yapan şeyhe karşı içinden bir sevgi ve yakınlık duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun başlangıcı oldu
HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI
Sultan III Osman'ın (padişahlığı 1754-57 yılları arası) sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir BİR SALTANAT Kİ Bugün İstanbul'da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır: Laleli Camiini Sultan III Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu Cami inşatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi Laleli Baba'ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti Padişah Laleli Baba'nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı İçinde La leli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı Ayrılacağı sırada bu din ulusuna bir soru sordu: - Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi: - Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacet (büyük abdest)ini yapabilmektir Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı Başından beri büyüleyici konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı Bir türlü içini boşaltamıyordu Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uyguladılar, fayda etmedi Padişah kıvranıyordu Nihayet birinin aklına geldi Laleli Baba'ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı Padişaha danışıldı O da "Ne gerekiyorsa yapılsın" dedi Hemen Laleli Baba'ya gidildi Ve saraya getirildi Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu Laleli Baba'ya yalvardı: "Aman bana yardım et!" Laleli Baba, "O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi "Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim" "Yetmez" dedi Laleli Baba Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu En sounda ağzındaki baklayı çıkardı: "Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim" Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu "Tamam" dedi "O da senin olsun" Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi ve gerçekten kurtuldu Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu Laleli Baba sultanın haline baktı baktı da dedi ki: "Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun"
ELHAMDÜLİLLAH MUSLUMANIZ
Kafkas kartalı diye anılan İmam Şamil, çarlık Rusya'sının düzenli ordularına karşı Kafkasya'nın bağımsızlığı için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar mücadele vermiş bir lider ve kahramandı Çarlık Rusya'sının her imkana sahip orduları karşısında, insan da dahil eksilen hiç bir-şeyi yerine koyamadığı için sonunda mağlup olmuş ve esir düşmüştü Fakat Rus çarı onu, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından dolayı bir esir gibi değil bir misafir gibi karşılamıştı Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi Yemek devam ederken, Çar kaba bir tarzda imam Şamil'in iştahlılığını iğnelemeye kalkıştı ve "Yahu bu adam beni de yiyecek" dedi Şeyh Şamil bu,sözün altında kalmadı Misafirini, iğnelemekten çekinmeyen bu kaba Rus'a tereddütsüz şu sözü söyledi: "Elhamdülillah biz Müslümanız, domuz eti yemeyiz"
AYYAŞIN SONU
Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, bir ayyaş yaşıyordu Bütün gününü, gecelerinin çoğunu kasabanın meyhanesinde geçiriyordu Evini, işini, çoluk-çocuğunu çoktan unutmuştu Bu yüzden herkes kendisine antipati duyuyordu Kimse kendisiyle ne doğru dürüst konuşuyor, ne de selam alıp veriyordu Bu haldeyken günün birinde vakti saati doldu ve öldü Kendisine yaşarken duyulan hoşnutsuzluk ölümünden sonra bile sürdürüldü O kadar ki, namazını kılacak kimse çıkmadı Cenazesi ortada kaldı Adamın karısı kocasının ölüsünü bir küfeye koyup sırtına yüklendi ve gömmesi için o çevrede yaşayan ve iyilik severliği ile tanınan bir çobana götürdü Çoban bir çukur açıp adamı gömdü Ardından herkes "Cehennemi boylamıştır" diye dünüşünüyordu Aradan bir müddet geçti Beldenin ileri gelenlerin den biri rüyasında ayyaş adamı cennette gördü "Adam canım rüyadır, rüyada herşey görülür" diye geçiştirdi Ama her gece aynı rüya tekrarlanıyordu Hemen imama gidip durumu açtı İmam da aynı rüyayı epeydir kendisinin de görmekte olduğunu söyledi Bunun üzerine akıllarına bu adamı gömen çobana gidip nasıl gömdüğünü, arka sından ne söylediğini sormak geldi Birlikte çobana gittiler Selam sabahtan sonra hemen konuya girdiler: - Bir süre önce defnetmen için karısı tarafından sana bir cenaze getirildi Sen onu nasıl gömdün? Gömerken ne dedin? - Valla merakınızı anlamıyorum Biliyorsunuz ben cahil biriyim Bir çukur açtım, adamı koyup üstünü kapatıverdim - Peki bu sırada hiç birşey söylemedin mi? Bir dua falan? - Ben pek dua mua bilmem Yalnız şunu söyledim: "Rabbim, şimdiye kadar sen bana birçok misafir gönderdin Allah misafiriyiz diye bana gele ni senin rızan için ağırlamaya memnun etmeye çalıştım Kırk yılda bir, bir misafir de ben sana gönderiyorum Sen de onu şanına uygun bir şekilde ağırla"
DOĞRULUĞUN MAKBUL OLANI
Aralarında Allah yolunda ilerlemeye karar veren iki kardeşten biri, bu amacına ancak kırlık bir yerde, bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü ve bunun için bir dağ başına çekilip çobanlık yapmaya başladı Diğeri zorluklarına rağmen insanların kalabalık olarak yaşadığı bir yerde bu niyetini gerçekleştirmenin daha doğru ve sevaplı olacağını düşündü ve şehre yerleşip ayakkabı tamircisi oldu Sonra aradan yıllar geçti İki kardeş de sözlerini tuttular İşlerinde dürüstlükten ibadetlerinde ihlastan (samimiyetten) ayrılmayarak, haramlardan dikkatle kaçınarak Allah yolunda küçümsenmeyecek mesafe aldılar Artık herkes biliyor ve inanıyordu ki bu iki kardeş Allah'ın veli kulları arasındadır Durum bu aşamada iken birgün çoban olan kardeş şehirdekini ziyaret etmek istedi Bez bir torbaya birkaç litre süt koyup şehrin yolunu tuttu Kardeşinin dükkanını bulup içeri girdi ve selam verdikten sonra elindeki içi süt dolu torbayı bir çengele astı İki kardeş hasretle kucaklaştıktan sonra derinden derine sohbete daldılar Bu sırada dükkana bir kadın geldi Ayakkabısının sallanan topuğuna çivi çaktırmak istiyordu Kadın ayakkabısını çıkartırken, giyerken ona bakmakta olan çoban kardeşin kalbi bozuldu O âna kadar bir keramet işareti olarak torbada duran süt şıp şıp diye akmaya başladı Kadın işi bitip ayrıldıktan sonra ayakkabıcı olan tam fırsattır diye çoban olana önemli bir gerçeği açıkladı: - Ey kardeşim, gerek din, gerek dünya bakımından insanlardan uzak yaşamak kolaydır Böyle, insanlardan soyutlanmış bir yaşayışta günaha girme tehlikesi yoktur Allah yolunda daha rahat ilerlenir Fakat önemli olan insanlarla sıkı ilişkiler sürdürürken dürüst kalabilmek, ortamın elverişli olmasına rağmen günaha düşmemektir Allah katında dürüstlüğün makbul olanı budur
GERÇEK TEVEKKÜL
Vaktiyle zeki, çalışkan bir medrese (üniversite) talebesi, rüyasında çok sevdiği, feyz aldığı, bağlandığı hocasının cehennemlik olduğunu gördü Rüyayı ilk gördüğünde sıradan bir rüya diye aldırmadı Ama aynı rüyayı birkaç defa üst üste görünce gerçekçi bir rüya olarak yorumladı ve bundan dolayı üzüntüye kapıldı Üzüntüsü dışardan da farkedilecek haldeydi Herkes gibi hocası da bunu gördü ve sordu: - Oğlum senin neyin var, son günlerde yüzün hiç gülmüyor? Delikanlı başlangıçta söylemek istemeyip geçiştirmeye çalıştıysa da ısrar karşısında açıklamak zorunda kaldı: - Hocam, ben kaç defadır rüyamda sizin cehennemlik olduğunuzu görüyorum ve buna çok üzülüyorum Hoca öğrencisine ve onun şahsında herkese ibret olacak şu açıklamada bulundu: - Oğlum, ben senin gördüğün rüyayı (kendimin cehennemlik olduğunu) kırk yıldır görüyorum Ama yine de ümitsiz ve isyankâr değilim Doğru bildiğim yolda yürüyor, Allah'a kulluğumu eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum Bana düşen de budur Gerisi Allah'ın bileceği iştir
KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YER
Eski zamanda bir hoca, talebelerinden birini, çalışkanlığından, zeka ve anlayışından dolayı diğerlerinden daha çok seviyor ve takdir ediyordu Hocanın bu sevgi ve takdiri diğer öğrenciler tarafından biliniyor ve için için kıskanılıyordu "Hoca neden yalnız bu arkadaşa ilgi ve yakınlık gösteriyor, aramızdaki tek zeki ve çalışkan o mu?" şeklinde laflar ediyorlardı Hoca da onların bu tür düşüncelerinin farkındaydı Hoca efendi bir gün derse gelirken yanında öğrencilerinin sayısınca kuş getirdi Her öğrenciye bunlardan bir tane vererek, "Haydi yavrularım, bu kuşları hiç kimsenin görmediği bir yerde kesin getirin, ama dikkat edin hiç kimse görmesin haa!" dedi Bunun üzerine talebeler sağa sola dağıldılar Bir müddet sonra da kuşları kesip kanlarını akıta akıta dönmeye başladılar Kimileri övünüyordu: "Ben falan yerde kestim, hiç kimse görmedi" gibi Hoca da böyle övünenlere bir "aferin" çekiyordu Biraz sonra bütün öğrenciler kuşları kesmiş olarak döndüler En sonra Hocanın sevdiği öğrenci geldi, üstelik kuşu da kesmemişti Hoca sordu: - Oğlum, kuşu niçin kesmedin, bak arkadaşlarının hepsi kestiler, yoksa kimsenin göremeyeceği biryer bulamadın mı? - Evet hocam, insanların göremeyeceği yer ben de bulabilirdim, ama Allah'ın görmeyeceği yer bulamadım O nedenle kuşu kesmeden döndüm Bu cevap diğer öğrencilerin akıllarını başlarına getirdi Yaptıkları dikkatsizliği anladılar Hepsi biliyordu Allah'ın göremeyeceği yer olmadığını, ama önemli olan onu düşünebilmekti Bundan sonra arkadaşlarının farkını anlayıp hocalarının ona ilgisine hak verdiler
BORCUN VÂDESİ
İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha, "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı Bu gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu Vezir sıradan bir vezir değildi Görevinin dışındaki bir takım incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu: "Padişahım, söylenen doğrudur Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder Bu demektir ki borçlarınısiz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir"
MERTLİK
Geçmişin büyük bilginlerinden biri, yorgun bitkin bir halde uzun bir yolculuktan dönmüş, ter ve kir ağırlığı da buna eklenmişti Yurduna yuvasına kavuşan bilginin ilk işi hamama gidip kendisine en fazla rahatsızlık vermiş olan kir ve terden kurtulmak oldu Hamamda kendisini yıkayan tellak görgüsü kıt biriydi Yıkanma kesesine dolan avuç avuç kirleri suya tutacağına "Ne kadar kirlisin" der gibi bilgin zatın önüne yığıyordu Keseleme işi devam ederken, tellak keselediği şahsın ilim sahibi biri olduğunu öğrenince, "Efendim madem siz derin bir bilginsiniz 'mertlik nedir?' bana açık seçik anlatır mısınız?" dedi Yıkanmakta olan büyük bilgin tellaka bir incelik dersi vermenin fırsatını yakalamıştı Şöyle dedi: "Mertlik, kimesinin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir"
DEĞİŞEN SİZİN KALBİNİZ
Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu: - Bu güzel nar bahçesi kimin? - Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı - Oğlun, uşağın var mı? - Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz - Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu: - Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil - Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.
İYİLİĞİ DÜŞÜNMEK YAPMAK GİBİ SEVABTIR
Geçmiş peygamberlerden biri zamanında ortaya çıkan şiddetli bir kıtlık, insanları kasıp kavuruyordu O kadar ki, bir lokma ekmek,bulmak, bir kese altın bulmaktan daha sevindirici oluyordu İnsanların çektiği açlık merhamet sahibi kimselerin yüreklerini paralıyordu Böyle bir ortamda yoksul bir derviş, çölde yaptığı bir yolculuk sırasında dağ gibi bir kum yığınına rastladı Kum yığınının önünde durup içinden "Ey Rabbim, ne olurdu şu yığın kumdan oluşacağına undan oluşsaydı da ben onu büyük bir zevk ve cömertlikle aç insanlara dağıtsaydım" diye geçirdi Bunu o kadar samimi olarak düşünmüştü ki, zamanın peygamberine Allah Teâlâ şöyle vahyetti: "Falan dervişe haber ver ki' onun halisane niyeti, gördüğü kum yığını, ona ait bir un yığını imiş de onu benim rızam için açlara dağıtmış gibi kendisine sevap yazmama vesile olmuştur"
BASİT BÎR TERCİH
ilk Müslüman Türk Devletlerinden biri olan Gazneliler devletinin en büyük ve değerli hükümdarlarından biri olan ve tarihte ilk defa "sultan" adını alan Sultan Mahmud, İslamı yaymak için Hindistan'a on sekiz sefer düzenlemişti İşte bu seferlerden birinde çok şiddetli bir direnme ile karşılaşmış, zafer kazanacağından şüpheye düşmüştü Tam bu zor durumda iken Allah'a şöyle yalvardı: "Ey Rabbim, bu savaştan galip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri yoksullara dağıtacağım " Neticede Sultan Mahmud galip geldi ve çok kıymetli ganimetlere sahip oldu Gazne'ye döndüklerinde elde ettikleri bütün ganimetleri yoksullara, muhtaçlara dağıtmaya başladı Fakat bazı vezir ve komutanlar araya girip, "Aman Sultanım ne yapıyorsunuz, bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir fukaraya dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini ne bilecek? Üstelik devletin hazinesinin bunlara ihtiyacı var" diyorlardı Sultan Mahmut bunu Allah'a verdiği sözün gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söyledi Adamları yine itiraz ettiler: "Efendimiz önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın, bütün memleketin bunlara ihtiyacı var" dediler Sultan Mahmut'un kafasını karıştırdılar O zamanda Gazne'de yaşayan, doğruyu ve hakki kellesi pahasına söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl büyük bir zat vardı Sultan Mahmud onu ça ğırtıp durumu anlattı ve fikrini sordu O büyük zat şöyle dedi: "Sultanım bunda kararsızlığa düşecek bir taraf yok Çok basit bir tercih karşısındasınız Eğer Allah'a bir daha işiniz düşmeyecekse hemen adamlarınızın dediğini yapın, ganimetleri hazineye koyun Ama Allah'a tekrar işiniz düşecekse verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirin, ganimetleri yoksullara dağıtın"
ARPA VE SAMAN
Eski Ramazanlardan birinde iki molla âdet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi Mollalar akşam namazı yaklaştığı için hazırlanmak istediler Biri abdest almak için dışarı çıktı Ev sahibi köylü içerde kalana sordu: - Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir, Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir? Odada kalan cevap verdi: - Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi? Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz Biraz şarlatandır, ona güveniyor Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerdeki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi: - Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir Mollaların hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve mollaları sofraya buyur etti Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane mollaların önüne, diğerini de kendi önüne koydu ve "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı Mollalardan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu Mollalar şaşırdılar, kızarıp bozardılar Ev sahibi onların bir-şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi: - Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi Bunun için sana arpa koydurdum Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır Kişiyi arkadaşından sorarlar Sonra önünde saman olana döndü ve, - Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum Buyurun, afiyet olsun, dedi
İMTİHAN
Geçmişin herkesin saygısını kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği bir öğrencesini birgün karşısına aldı ve şöyle dedi: - Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli bir düzeye geldin Gerekli bilgileri nazari olarak kavradın Ama bu öğrendiklerinden sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru soracağım Doğru cevap verdiğin takdirde sana icazet (diploma) vereceğim Öğrenci: - Peki hocam, sorunuzu sorun, bilirsem beni serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi Hoca sorusunu şöyle yöneltti: - Diyelim ben seni serbest bıraktım, ilk önce bir sıla-i rahim (yakın akraba ziyareti) yaparsın Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin Yolun üstünde davar sürülerine, çoban köpeklerine rastlayacaksın Varsayalım ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı Nasıl kurtulursun? Öğrenci cevap verdi: - Elimdeki sopa ile karşı koyarım - Sopa ile beş altı köpekle baş edemezsin - Köpekleri taşa tutarım - Yine kurtulamazsın - Silahımı çeker öldürürüm - O zaman köpek sahipleri seni oradan sağ salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler, pestilini çıkarırlar ve köpeklerin parasını da tazmin ettirirler Öğrenci pes etti: - Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl kurtulabileceğimi siz söyler misiniz? Hoca açıkladı: - Dağda, bayırda, yaylada nerede olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına uğrayınca ilk yapılacak şey köpeklerin sahiplerine veya köpekler kimin denetiminde ise ona haber vermektir Çünkü köpekler daima sahiplerine yakın yerlerde bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle, bir ıslığıyla saldırıdan vazgeçerler
ALLAH RIZASI
Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıya mete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu: - Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu: - Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak? - O zaman bana dilediğini yap Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü O gece yattı Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu Buna çok memnun oldu Merakla ertesi günü bekledi Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı Ama önceki nin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı Ama elini bile süremedi Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi: - Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun
UYARAN RÜYA
Garibanın biri, çevresinde cimriliği, eli sıkılığı ile tanınan birinden kalabalık bir yerde bir kase yoğurt parası istedi "Çok canım istiyor" dedi Bu garibana yarı ermiş biri diye bakılıyordu Cimri adam garibanı tersledi Yine istedi Cimri yine yanından uzaklaştırdı Orada bulunanlardan birkaç kişi bu yoksula para vermeye, yardım etmeye kalkıştı Hiç birinden kabul etmedi Eli sıkı adama gidip bir defa daha sırnaştı Adam da "Al şunu da defol!" der gibi, önüne birkaç lira atıverdi Bu olaydan kısa bir zaman sonra cimri adam, bir gece rüyasında kendisini cennette gördü Her yanda, dünyada görmediği güzelliklerden oluşan bir manzara gözlerini kamaştırıyordu Bu arada acıktığını hissetti Kendisine hemen bir tabak yoğurt ikram edildi Adam bir tabak yoğurtla doymadı "Burada yoğurttan başka birşey yok mu, bari bir-iki dilim de ekmek verseydiniz" dedi Kendisi ne şöyle söylendi: "Sen birkaç gün önce buraya yalnızca yoğurt göndermiştin O önüne çıktı Eğer başka şeyler de gönderseydin onlar da seni karşılar, sana ikram edilirdi" Bu rüyadan sonra adam cimrilikten, pintilikten tümüyle sıyrıldı Eli açık, yediren, içiren, gerektiği zaman kesenin ağızını kolayca açan biri oldu
GÖZ ÇUKURU
Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, "Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim" dedi Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı Hükümdar balıkçıya, "Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı" diyerek alıp sarayına götürdü Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu Bunda bir sır olduğunu anladılar Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:"Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz Çünkü doymaz Ama bir avuç toprak bunu doyurur" Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi
EĞRİ MİNARE
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: - Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: - Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı
DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi Kral adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi Kral adama sordu: - Şehirde ne gördün, neye şahit oldun? O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü Buna rağmen adam şu cevabı verdi - Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: - işte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın
HERKES SOYUNA ÇEKER
Bir padişah Hızır'ı görmek istiyordu Bir gün bunun için tellallar çağırttı "Kim bana Hızır'ı gösterirse onu armağanlara boğacağım" dedi Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu Karısına dedi ki: "Hanım ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz" Adamın karısı kanaatkar biriydi "Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye Bundan sonra da idare ederiz Vazgeç bu tehlikeli işten" dedi Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi Bunun için kırk gün izin istedi Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: 'Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu Ailece sıkıntı çekiyorduk Hızır'ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim" dedi Padişah buna çok kızdı: "Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?" diye bağırdı Adam da her şeyi göze aldığını söyledi Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu Birinci vezire sordu: - Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim? - Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar I vezirin sözleri üzerine söyle dedi: Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Padişah ikinci vezirine sordu: - Bu adama ne ceza verelim? - Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine "Küllü şeyin yerciu ila aslını" dedi Padişah üçüncü vezire sordu: - Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim? - Padişahım bana göre, bu adamı affedin Size yakışan, sizden beklenen budur Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli Nurani ihtiyar yine söze karıştı: "Küllü şeyin yerciu ila asıhı" Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi: - Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir? ihtiyar cevap verdi: - Senin birinci vezirinin babası kasaptı Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bah setti Yani aslını gösterdi İkinci vezirin babası yorgancı idi Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu O da babasına çekti Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz "Herkes aslına çeker" demektir Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu
TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR
Eski iran hükümdarlarından biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu: - Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor Vezir aynı görüşte değildi: - Hükümdarım hocanın elinde mucize yok Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir Hükümdar aksi görüşteydi Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu Bunu kanıtlamak için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer aldı Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı Hükümdar vezire bu kedileri göstererek: - Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, dedi Vezir karşılık vermedi Olumlu, olumsuz bir şey söylemedi Yeni bir eğlence gecesini bekledi Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirdi Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takıldılar Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle dedi: - Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir
SORUMLULUK
Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakman bir prens vardı Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına kapanır, sürekli düşünürdü Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyordu Birgün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verdi Bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşındı; aklına hiç bir çözüm gelmedi Bu nedenle canını olsun kurtarmak için ülkeyi terketmeye karar verdi Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi terkederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık etti Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı dostuna "Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum" dedi Bilge de zevkle kabul etti Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi Bilge küçük çobana verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi Bu amaçla uçurumun dibine indi Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı Ama bilge yılmadı Uğraştı, didindi, zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terketmekte oluşunu unuttu Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep oldu Şöyle düşündü: "Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına takmak diye birşey söz konusu olamaz" Bu gerçek herkes, dolayısıyla hükümdarın oğlu için de geçerlidir Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu: "Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısıdan kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin Can sıkıntısının, yaşamaktan şikayet etmenin ana sebebi başıboşluktur Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama mücadele ve azmi o derece artacaktır"
DARI EKMEK
Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü İhtiyara uzaktan seslendi: - Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin İhtiyar cevap verdi: - Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: - Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti Yaşlı köylü sıradan biri değildi Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi: - Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı: - Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek