☺.::.CHOLETTURC.::.☺
  Kissadan Hisse 3
(Récits 3)
 

ÇİNGENE ALİ

Bir Çingene Ali vardı, umutsuz bir biçimde padişahın kızı Selma'ya aşık olmuştu... Öyla ya aşık olduğu padişahın kızı , kendisi ise bir Çingene Ali... Olacak şey miydi?!! Ama aşık olmuştu bir kere Ali, aklı fikri padişahın kızı selma'da idi... Kafasını bir oraya vuruyor olmuyor, bir bu yana vuruyor olmuyor... Onu sevenlerden biri " Sen bir de Abdulkâdir Geylânî kuddise sırruhu'nun Halifesi olan Ali Heytî Hazretlerine git be Ali'm " dedi. Ali umutsuz, bîçare Ali Heyti Rahimehullah'a vardı, meramını anlattı. Ali Heytî Hazretleri: -Ali, ben ne dersem yapmaya razı mısın padişahın kızına ulaşabilmek için. dedi. Çingene Ali gözlerini dört açarak: - Sen bana padişahın kızı Selma'yı getir; ne dilersen yaparım, uğruna herşeye hazırım. dedi. Ali Heyti Hazretleri Çingene Ali'ye: -Ali ben ne dersem yapacaksan bu iş olur; ama çok önemli şart ne dersem yapacaksın, hem de itirazsız, dedi. Ali'nin ise canına minnet, derhal kabul etti bu şartı. Ali Heyti hazretleri, Çingene Ali'yi bir dağın tepesindeki mağaraya götürdü. Issız bir yerdi orası ve ona: -Şimdi burada şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun kesinlikle umursamadan sadece "Allah" kelimesini söyle, dedi. Ali şaşkın: -Allah demekle padişahın kızının ne alakası var. dedi. Ali Heyti Hazretleri kızgın: -Ali soru yok!! sen dediğimi yap kız sana gelecek inşaAllah. dedi. Çingene Ali söylenene uydu: "Allah Allah Allah" demeye başladı. Haftada bir Ali Heyti hazretleri geliyor ve ona yemek getiriyordu. Çingene Ali, Ali Heyti hazretlerini her gördüğünde: - Hani, nerede? Padişahın kızı ne oldu, niye gelmedi?!! diye soruyor; her defasında "Sabret, soru sorma sadece Allah de" cevabını alıyordu. Ali aşkının tılsımından bir denileni iki etmiyor, kıza kavuşma ümidiyle, güvendiği, sözüne inandığı Ali Heyti hazretleri ne derse onu yapıyor ve "Allah" diyordu. Vakit geçti, Ali'nin namı şehre yayılmaya başladı, civardan geçen kervanların haber vermesiyle Çingene Ali, " Memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir veli " olarak şehirde anılmaya başlanıldı. Öyle ki , onun hakkında, nice kerametler söylendi, nice kişiler onun tılsımlı nefesinin kudretinden bahsetmeye başladılar. Bu arada Ali Heyti hazretleri yine adeti üzere Ali'nin yanına haftada bir uğruyor yemek getiriyordu. Çingene Ali Onu her gördüğünde " Hani kız nerede, niye gelmedi hala?" diyordu. Ali Heyti hazretleri ise " Az kaldı, bekle, Allah de" diyordu. Bir gün geldi ki padişahın kızı hastalandı. Memleketin bütün tabibleri çaresiz kaldılar, hastalık karşısında.. Dediler ki padişaha: -Efendim memleketimizin büyüklerinden Allah dostu bir Ali Heyti Hazretleri var, bir de ona soralım; bu hastalık karşısında biz nâçar kaldık.... Padişah, Ali Heyti Hazretlerini davet etti huzuruna. Meramını anlattı. Ali Heyti Hazretleri: -Padişahım, memleketimizde ün salan , bir dağın tepesindeki mağarada sürekli Allah diyen bir kulunuz var belki o bir şeyler yapabilir. dedi. Zaten padişah o söylenen kişinin namını çoktan duymuştu bile, derhal buyruk verdi dağa doğru gidilmesi ve o Hazretin! görüşünün alınması için.... Ali Heyti Hazretleri huzurdan ayrıldı ve Çingene Ali'nin yanına geldi. Ona: -Evladım padişah maiyetiyle senin yanına geliyor. Sana ne teklif ederse etsin sakın kabul etme.. toprak, altın, makam.. hiçbirisine iltifat etme ancak kızını teklif ederse zevceliğe , senin işin tamamdır, kabul et. dedi. Çingene Ali heyecanlı, emelinin sarhoşluğunda daha bir şevkle "Allah" demeye başladı.... Tam kırk gün dolmuştu o paslı mağarada Allah demeye devam edeli, aklında padişahın kızından başka hiç bir şey yok ve Allah diyordu Ali. Padişah maiyetiyle mağaraya geldi. Gördüğü manzara: Bir derviş.. hararetle Allah Allah diyor, imrendi ona, ne hoş bir insan, dünya hiç umurunda değil, dedikleri kadar varmış, ah nice böyle bir insanla sürekli beraber olsaydım, diye düşündü içinden... Çingene Ali'ye, Ali Heyti Hazretleri padişahın meramını aktardı, padişahın kızının rahatsızlığından, bütün halkın üzüntülü olduğundan ve şifanın belki onun duası vesilesi ile Allah'tan gelebileceğinden bahsetti Ali'ye.. Ali yüreği yanmış bir halde, sevdiğinin ızdırabını ciğerlerinde hissetmesine rağmen, Ali Heyti Hazretlerine verdiği sözü unutmadı ve sadece " Allah Allah " dedi. Ali Heyti Hazretleri padişaha dönerek: -Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor, Ona hediye verseniz iltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için. dedi. Padişah Ali'ye mülk hediye etmek istedi. "Memleketimin yarısı senin olsun ey Ulu Kişi! " Ali " Allah" dedi... Padişah makam teklif etti " Benim veziri azam'ım olmaz mısınız ey Ulu Kişi! " ... Ali " Allah" dedi. Padişah altın dedi " Ne kadar mal arzu ediyorsanız her istediğinizi önünüze yığalım ey Ulu Kişi! .... Ali " Allah" dedi....Padişaha yaklaşarak Ali Heyti Hazretleri: -Padişahım bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz dedi. Padişah düşündü: " bu erenden daha layık kim olabilirdi ki zaten kızı için, sürekli "Allah" diyen, dünyaya bel bağlamayan, altında devlette gözü olmayan bir Allah Dostu... zaten halk ta onu çok seviyor!!" - Kızımın, biricik kerimemin nikahını alır mısınız?!! dedi. Ali şokta... yanlış mı duymuştu ki; padişah ona, kızının, Selma'nın nikahını teklif ediyor ha.. Hem de kime?.. Çingene Ali'ye öyle mi? Neden neden? Nasıl bir hal bu aman ya Rabbî! Bir çingene Ali, emeli için kırk gün Allah dedi ve emeline kavuştu..... Ali düşündü, içlice düşündü, içine konuştu, içinde kavruldu: - Ben ki bir kız için, aşkım için kırk gün sadece Allah Allah dedim; emelime kavuştum, padişahın kızına kavuştum... Ya Rabbî!! Ya Sen'in için, Şanın için, Sen Sen olduğun için "Allah" deseydim... ... Sen her bir emelden öte, en ötede en yakında hakiki hükümdar ve Sevgili'sin.. Ey şanı Yüce... Çingene Ali'nin de, padişahın da Rabb'i.... Çingene Ali herkesin duyabileceği bir sesle "ALLAH" ..... dedi ve oracıkta can verdi.... Rivayet edilir ki son nefesiyle kutuplar arasında yerini aldı Çingene Ali namlı, Ali rahimehullah.... hikayeyi bize bir sohbet ortamında bir büyük alim zat anlatmıştı. Allah Teala'ya hakiki manada kul olana, bütün mahlukat esir olur!... Hatib ve imam Kuşeyrî'nin tahric ettikleri İbni Abbas'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: " Kim âşık olsa, iffetini korusa ve ( aşkını ) gizlese ve bundan dolayı ölse, şehid olduğu halde ölmüştür. "

ZEVCESİNE GÖTÜRÜN

Biri, Resûlüllah /s.a.v.)'a geldi ve şöyle dedi: -- Ya Resûlallah! Siyahlığım ve yüzümün çirkinliği, cennete girmeme engel olurmu? Bunun üzerine, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: --"Olmaz. Nefsimi kudret elinde tutan Yüce Allah'a yemin ederim ki; sen, Rabbine iman etmemişsin. O'nun Resûlü-nün getirdiklerine de inanmamışsın." Buna karşı o kimse şöyle dedi:-- Sana peygamberlik ikramını yapan Yüce Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan başka ilâh yokyur, Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Şahadetimi, bu meclise oturmadan sekiz ay önce yapmıştım. Ve sen o zaman huzurunda olanlar ve olmayanlara hitab etmiştin. Siyahlığım ve yüzümün çirkinliğine bakıp kovmuşlardı. Halbuki ben: Benîselim kabilesindenim. Kavmimin içinde soylu biriyim. Dayılarımın siyahlığı bana ağır basmış. Onun bu sözlerini dinleyen Resûlüllah (s.a.v.) şöyle sordu: --"Amr b. Vehb bugün buradamı?" Resûlüllah'ın sorduğu zât, Sakif kabilesinden birir idi. Yakın zamanlarda müslüman olmuştu. --Burada değil dediler. O siyah sahabeye sordu: -- "Onun evini biliyormusun?" --Biliyorum, deyince, şöyle buyurdu: --"Onun evine git. Kapısına yavaşça vur; selâm ver. içeri girince şöyle söyle: -- Resûlüllah (s.a.v.) kızınızı bana zevce olarak verdi." Amr b Vehb'in sevimli bir kızı vardı. Güzellikten ve akıldan yana nasipli biriydi. O kimse gitti, kapıyı vurdu, selâm verdi. Arapça konuştuğunu görünce merhaba deyip kapıyı açtılar. Ama siyahlığını ve yüzünün çirkinliğini görünce ondan sıkılmaya başladılar. --Resûlüllah (s.a.v.) kızınızı bana zevce olarak verdi, deyince onu kötü bir şekilde reddettiler. O kimse, oradan çıkınca, doğru Resûlüllah (s.a.v.)'ın yanına geldi. O, gittikten sonra, kız babasına şöyle dedi: -- Ey babacığım! Vahiy seni rüsvay etmeden bir kurtuluş yolu ara. Eğer Resûlüllah (s.a.v.) beni ona zevce olarak vermiş ise, Allah'ın ve resûlünün rıza gösterdiğine razıyım. Babası hemen çıktı, Resûlüllah (s.a.v.)'a geldi; ona yakın bir yere oturdu. Resûlüllah (s.a.v.) onu görünce sordu: -- "Senmisin, Allah'ın Resûlünü reddeden?" Buna karşılık şöyle dedi: -- Yaptım; ama Allah'tan bağışlanmamı istedim. Onun yalan söylediğini sanmıştım. Eğer doğru ise, kızımızı ona zevce olarak veriyoruz. Allah'ı ve Allah'ın Resûlünü darıltmaktan Allah'a sığınırız. Bunun üzerine dört yüz dirheme nikahı kıydılar. Resûlüllah damada şöyle buyurdu: -- "Hanımının yanına var; huzuruna gir." Buna karşılık damat şöyle dedi: -- Seni Hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki: Dünyalık bir şeyim yok. Kardeşlerime gidip bir şeyler istemem lâzım. Resûlüllah buyurdu: -- "Kadının mihri, mü'minlerden üç kişiye aittir. Osman b. Affan'a git, iki yüz dirhem al." Hz. Osman (r.a.) fazlasıyla verdi. -- "Ali'ye git; ondan da iki yüz dirhem al." Hz. Ali de ona istediğini fazlasıyla verdi. Bunları aldıktan sonra pazara çıktı. Şen ve sevinçli idi. Hanımına bazı şeyler alıyordu. Bu arada bir ses duydu: -- Ey Allah'ın süvarileri! Geliniz, sefer var, sefer... Resûlüllah'ın münadisi öyle çağırıyordu. Bunu duyar duymaz o kimse başını semaya kaldırdı: -- Allahım! yerlerin ve göklerin Rabbi... Muhammed (s.a.v.)'in ilâhı. Bugün bu paraları, Allah'ın, Resûlünün ve mü'minlerin sevdiği yola sarf edeceğim.Hemen bir at, bir kılıç, bir mızrak ve kalkan aldı. Kuşağını beline bağladı. Başını da güzelce sardı. O kadar sardı ki: Yalnız gözleri görünüyordu: Bu hali ile gitti, muhacirlerin yanında durdu. Onu böyle görünce tanımadığımız bu atlı kimdir? dediler. Hz. Ali(r.a.) onlara şöyle dedi: -- Bırakın onu. Belki o size Bahreynden katıldı, belkide Şam tarafından gelmiştir. Belki de o sizden dinî bilgilerinizi öğrenecektir. İsterim ki o varlığı ile sizlere yadımcı olsun. Savaş sırasında, mızrak vurdu, kılıç salladı... Atı onu yorunca indi. Kollarının yorgunluğunu giderdi. Sonra kollarını sivadı. Resûlüllah! (s.a.v.) onun siyah kollarını görünce sordu: -- " Sen Sa'd mısın?" -- Evet, Ya Resûlüllah! anam babam sana feda olsun. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: -- "Ceddine saadetler." Bundan sonra durmadan mızrağı ile kılıcı ile savaşmaya devam etti. Her vuruşta Allah'ın düşmalarından birini öldürüyordu. Bir ara Sa'd düştü dediler. Resûlüllah (s.a.v.) ona doğru yöneldi. Yanına vardı, başını göğsüne yasladı. Yüzünden toprakları elbisesi ile sildi. Ve şöyle buyurdu: -- "Kokun ne kadar güzel. Seni Allah'ın ve Resûlünün sevgisine ısmarlıyorum." Bundan sonra, Resûlüllah (s.a.v.) ağladı. Sonra güldü. Sonra yüzünü beri yana çevirdi. Daha sonra buyurdu: -- "Kabe'nin Rabbine yemin olsun: HAVZ'a gitti" Ebû Lübabe dedi ki: -- Babam anam sana feda olsun, Yâ Rasûlüllah! HAVZ nedir? Resûlüllah (s.a.v.) şöyle anlattı: --" Havzı Rabbim bana ihsan eyledi. Onun genişliği San'a ile Basra arası kadardır. İncilerle yakutlarla süslüdür. Onun suyu, sütten beyazdır. Tadı, baldan tatlıdır. ondan bir kere içen ebedî susamaz." Tekrar sordu: --Ya Resûlüllah! önce ağladığını, sonra güldüğünü, daha sonra yüzünü çevirdiğini gördük. Şöyle anlattı: "Sa'd'ı sevdiğim için ağladım. Onun Allah katındaki derecesine sevinip güldüm. Allah katındaki ikramına sevinip güldüm. Yüzümü çevirmeme gelince, gözde hurilerden zevcelerini gördüğüm içindir. Onların kolları açık, halhalleri gözüküyordu. Onlardan hayâ ederek yüzümü çevridim.", Bundan sonra, onun silahı, atı ve ona ait diğer şeyler için emir verdi: -- "Bunları alın, zevcesine götürün ve deyin ki: -- Allah onu sizden daha iyi biri ile nikâhladı."

ANADOLU EVLİYALARI

Seyyit Battal Gazi'nin Kabri

Zaman 1204 yıllarında, Anadolu Selçuklu'larının başında Sultan Alâeddin Keykubat'ın hükümran olduğu çağlardır. Alâeddin Keykubat, son derece adil, aydın ve sevilen bir insandı. Annesi Ümmühan Hatun da, tıpkı oğlu gibi, adalette, cömertlikte, iyilikte kimsenin yarış edemeyeceği bir kadındı. Günlerden bir gün, bir rüya gördü. "Tasvir gibi güzel, Hamza gibi kuvvetli, Ali gibi heybetli" bir yiğit Ümmühan Hatun'a dedi ki: "Ey Hatun! Ben O kişiyim ki Diyarı Rûm'u aldım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik ettim. Sonunda Mesihiye kalesinde şehit oldum. Gel beni ziyaret et, Üzerime bir türbe yap!." Ümmühan Hatun, rüyasını oğluna anlattı, Alâeddin Keykubat haznedarlarına emir verdi, ne lazımsa develere yükletildi. Sultan Hatun Mesihiye kalesine doğru yola çıktı. Hacı Emre köyünden, kutluca Çoban o devirlerde harap bir halde bulunan Mesihiye kalesi çevresinde koyunlarını otlatırdı. Çoğu çobanlar gibi uyanık gönüllü, keşfi açık, nasipli bir insandı. Bir gün koyunlarını otlatırken, koyunların bir yere gidince yürüyemediklerini, sanki önlerindeki toprağa basmak istemediklerini farketti. Acaba yanılıyor muyum diye bir denedi, iki denedi, fakat gördü ki hiçbir koyun o yere ayağını basmıyor. Kutluca Çoban ertesi gün, belki unutmuşlardır diye sürüyü gene dün işaretlediği o topraklardan geçirmek istedi ama nafile! Çoban gördüklerinde yanılmıyordu. Burada bir şey vardı, hayvanların basmak istemedikleri, her halde kutlu bir şey, belki bir mezar... Bir gün, beş gün, on gün... Çoban artık o topraklardan ayrılamaz oldu. Bir gece, gene aynı yerde, koyunlar otlar, çoban derin derin düşünürken, ansızın, gökten bir nur dalgasının , koyunların asla çiğnemediği o toprak parçasına indiğini gördü. Kendinden geçti, mest ve hayran kadı, koyunlar da yerlerinden kıpırdamadılar, gün ışıyıncaya kadar öyle kaldılar. Kutluca Çoban gece gördüklerini vardı, gitti Mesihiye beyine anlattı. Bey, hemen o yerin etrafına bir duvar çektirtti, " Kimse içeri abdestsiz girmesin, kimin ne haceti varsa orada iki rekat namaz kılıp istesin, niyazları kabul olunur." dedi. Günlerden bir gün, Ümmühan Hatun'un kervanı geldi Mesihiye kalesinin yolunda bir yere kondu. Bey, Ana Sultan'ı karşılamaya varınca Ümmühan " Bu kale yakınında hiç ziyaretgâh var mıdır?" diye araştırdı. Bey bilmiyordu. Ancak, Kutluca Çoban'ın görüp anlattıklarını Ana Sultan'a aktardı, " Ne vardır bilmem ama ben etrafına duvar çektirttim, şimdi herkes oraya gider" dedi. Ümmühan Hatun ses etmedi, kalktı Kutluca Çoban'ın bulunduğu yere gitti, bir de onu dinledi. Sonra orada iki rekât namaz kıldı ve "Gördüğüm rüya Allah katından ise bana onu yine göster" diye yalvardı. Evet! Ümmühan Hatun'un rüyası Allah katındandı. Çünkü o tasvir gibi güzel, Hamza gibi güçlü, Ali gibi heybetli insanı gene gördü."Kılıç belinde, imame başında, nikab yüzünde idi" idi.Nikabını açtı: "Ol gördüğün benim! Seyyit Battal Gazi'yim. O kişiyim . Türbemi sen yaptır. Bir mescit, bir de tekke bünyad eyle. Alimler ve dervişler getir, vakıflar yap" dedi. Ümmühan Hatun ağzı dili bağlanmış, karşısında divan duruyordu. Seyit Gazi ona iki kitab verdi " Bizim yâdigârımız olsun!" dedi. Hemen ertesi gün Ümmühan Hatun'un emriyle mimarlar,nakaşlar, ustalar, kalfalar, çiniciler, boyacılar, camcılar... kısaca Selçuk ülkesinde ne kadar sanatçı varsa, Mesihiye kalesine çağrıldı. Seyit Battal Gazi'nin istediği gibi mescit, medrese, semâhane, aşhane, misafirhane binaları yapıldı. Bütün bu sayılanlar güzelliğine ve değerine paha biçilemeyen bir çift küpenin tekiyle yapılmıştır. Bir gün türbe yıkılır, yanar, yeniden yapımı gerekirse diye, küpenin tekini Ümmühan Hatun direklerden birinin dibine bir demir kutu içinde gömdürdü. Ama hangisinin altında olduğunu direkler bile bilmiyor. Onun için Her Allah'ın günü "Benim altımda, hayır benim altımda" diye çekişip dururlar. Türbenin büyük kapısında "Esselâmün aleyküm ya Sultan Seyit Gazi" diye yazar.Giriş kapısında ise "Bu mübarek makam Sultan Seyit Battal Gazi'nindir. Hak rahmet eylesin" diye haber verir.

Serçe ile Avcı

AVcının biri bir gün bir serçe avlar, serçe dile gelerek avcıya "Bana ne yapmayı düşünüyorsun" diye sorar, avcı serçeye " seni kesip yiyeceğim" cevabını verir. Bunun üzerine serçe avcıya "vallah,, benim etim ne kahvaltılık olur, ne de karın doyurur. Fakat eğer beni salıverecek olursan sana üç şey öğretirim, onlar etimi yemekten daha çok işine yarar. Kabul edersen bu üç şeyin ilkini şimdi elinde iken, ikincisini elinden uçup karşıdaki ağaca konunca üçüncüsünü de ağaçtan uçup önümüzdeki tepeye varınca söyleyeceğim" der. Kuşun teklifine avcının aklı yatar, onu salıvermeye karar verir, "öğreteceğin ilk şeyi söyle bakalım" der. bunun üzerine kuş avcıya "elinden kaçan fırsatlar için hayıflanma" der. Avcı kuşu salıverir. Uçup karşı ağacın bir dalına konunca da ikinci şeyi öğretmek üzere "olmayacak şeye inanma"der. Bu sözlerden sonra kanatlanan kuş avcının önündeki bir tepeye varıp konar, oradan avcıya şöyle der. Ey Bedbaht adam:"Eğer beni kesmiş olsaydın kursağımdan her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci çıkaracaktın"der. Bu sözleri duyan avcı kaçırdığı fırsat karşısında hayıflanarak dudaklarını ısırır. Artık elinden bir şey gelmeyeceği için kuşa "üçüncüyü söyle" der. Kuş avcıya "Sen ilk iki nasihatimi unuttun üçüncüsünü sana nasıl söyleyeyim ben sana"kaçırdığın fırsatlar için hayıflanma" demedim mi? Oysa sen daha az önce beni elinden kaçırdın diye hayıflanıverdin. "Yine ben sana "olmayacak şeye inanma" demedim mi? Benim etim, kanım ve tüylerimin hepsi tartılsa yirmi miskal çekmez, kursağımda her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci nasıl olabilir?" der. ve uçup gözden kaybolur. Bu hikayenin özü şudur:İnsanoğlu, kendisini aşırı tamahkarlığa kaptırınca basireti kapanarak gerçeği idrak edemez oluyor ve olmayacak şeyi olabilir gibi görüyor

Salebe

Ebu Ummet-ul Bahilî'nin rivayet ettiğine göre Salebe İbni Hâtip Peygamber'imize " Ya Rasûlallah, Allah'a duâ et de bana mal versin" dedi. Peygamber'imiz onun bu arzusunu "Yâ Salebe, şükrünü edâ ettiğin az mal, şükrünü yerine getiremeyeceğin çok maldan daha iyidir." diye karşılık verdi. Salabe yine de "Ya Rasûlallah , Allah'a dua et de bana mal versin" diye ısrar etti. Peygamberimiz ona "Ya Salabe, beni misâl almak istemezmisin? Allah'ın Rasûlu gibi olmak istemezmisin? Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, dağların benim için altın ve gümüş olmasını dilesem, olurlardı." diye cevap buyurdu. Salabe bu sefer dedi ki, "Seni Hak dinle peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, bana mal versin diye Allah'a dua edersen, her hak sahibine hakkını vereceğim., şöyle şöyle yapacağım." Bunun üzerine Peygamber'imiz "Allah'ım, Salabe'ye mal nasib eyle" diye dua etti. Salabe de koyun edindi. Salabe'nin edindiği koyunlar böcek gibi üredi. Öyle ki, sürüsüne Medine dar geldiği için vâdiye taşındı. Bu yüzden öğle ve ikindiyi cemaatle kılıp, diğer vakitler cemaatten geri kalmaya başladı. Bu arada sürü üremesine devam ettiği için Salabe başka bir yere taşınmak ihtiyacını duydu ve Cuma'dan başka hiçbir namazı cemaatle kılmamaya başladı. Derken sürü böcek gibi üremeye devam etti. Salabe de Cuma günleri kervanların yoluna çıkarak Medine'de olup bitenleri öğrenir oldu. Bir gün Peygamber'imiz "Salabe ne yapıyor?" diye sordu. O'na "Ya Rasûlallah, sürü edinince Medine'ye sığmaz oldu" diye başlayarak olup bitenleri anlattılar. Peygamber'imiz "Yazık Salebe'ye, yazık Salebe'ye yazık Salebe'ye" diye buyurdu. Bu sırada "Onların mallarından belirli bir sadaka al, böylece onları temizlemiş ve nefislerini arındırmış olursun. Onlar için duâ et, senin duân onları huzura kavuşturur."(Tevbe süresi âyet: 103) meâlindeki âyet inerek zekat vermek farz kılındı. Peygamber'imiz Cuheyne kabilesi ile Beni Suleym kabilesinden iki kişiye yazılı bir emirname verip zekât toplamakla görevlendirdi., onlara "Saleb Bin Hatib ile Beni Suleym'den falan adama varıp zekâtlarını alın" diye emir verdi. Adamlar yola çıkıp Salebe'ye vardılar, Peygamber'imizin emirnamesini okuyarak kendisinden zekâtını vermesini istediler. Salebe tahsildarlara "Bu cizyeden başka birşey değil, Bu cizyeden başka birşey değil, Bu cizyenin kardeşidir, gidin işiniz bitince bana yine uğrayın" dedi. Bunun üzerine tahsildarlar Suleymi'ye yöneldiler. Suleymi onların geldiğini duyunca develerin en semizini seçerek onu zekatlık olarak ayırdı ve tahsildarları onunla karşıladı. Tahsildarlar bunu görünce " En semiz deveyi vermen gerekli değil, o yüzden bunu senden almak istemiyoruz" dediler. Suleymi "Ne münasebet alın onu, ben gönül hoşnutluğu ile veriyorum. Onu siz alasınız diye ayırdım." dedi. Tahsildarlar görevlendirdikleri diğer zekâtları toplamayı bitirince geri dönerken Salebe'ye bir daha uğradılar, zekâtını vermesini istediler. Salebe bu sefer onlara "Yanınızdaki yazıyı gösterin" dedi. Yazıya göz atarken yine "Bu cizyenin kardeşidir, siz gidin ben ne yapacağımı düşüneyim" dedi. Tahsildarlar Paygamber'imize döndüler. O onları görür görmez daha kendileri ile konuşmadan "Yazıklar olsun Salebe'ye" dedi. ve Suleymi'ye duâ etti. Tahsildarlar da Peygamber'imize gerekSalebe'nin ve gerekse Suleyni'nin nasıl davrandığını anlattılar. Bunun üzerine Allah (C.C.) Salebe Hakkında: "Onlardan bir kısmı "Eğer Allah bize mal bağışlarsa mutlaka zekat verir ve mutlaka salihlerden oluruz" diye söz verdiler. Fakat Allah onlara mal bağışlayınca onu cimrilik ettiler, arka dönüp sözlerinden caydılar. Allah da kendisine verdikleri sözden cayarak yalan söyledikleri için O'nun karşısına çıkacakları güne kadar kalblerine nifak ekmek suretiyle onları cezalandırdı." (Tevbe Suresi, Ayet: 75-77) mealindeki ayet indi. Bu sırada Peygamber'imizin yanında bulunan Salebe'nin bir akrabası, inen ayeti duyunca Salebe'ye vararak ona "Yâ Salebe, anan ölesi, ulu Allah senin hakkında öyle şöyle bir ayet indirdi." dedi. Bunun üzerine yola çıkan Salebe, Peygamber'imize vararak zekatını almasını istedi. Peygamber'imiz kendisine "Allah, bana senden zekat almayı yasakladı" diye cevap verdi. Peygamber'imizin bu cevabı üzerine Salebe başına toprak serperek döğünmeye koyuldu. Peygamber'imiz ona "İşte senin amelin, verdiğim emri yerine getirmedin." dedi.Peygamber'imiz (aleyhissalatu ve sellem) vereceği zekâtı almak istemeyince evine döndü. Peygamber'imiz (s.a.v.) Ahirete göçünce Salebe, zekât borcunu Hz. Ebû Bekr'e getirdi, fakat Ebû Bekr de onu geri çevirdi. Arkasından Hz. Ömer'e getirince o da kabul etmedi. Hz. Osman'ın halifeliğe geçişinden sonra da Salebe Öldü.

Peki Yıkılmasın...

Yıl bin beş yüz on ikiydi. Yavuz Sultan Selim, vezirini, vüzerasını, emirini, ümerasını , âlimini, umerasını yanına alıp, Bursa'ya cedlarının kabirlerini ziyarete gitti. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkârın yanında bulunuyordu. Ziyaret sırası, talihsiz Cem'in türbesine gelmişti. Yavuz Sultan Selim, sandukanın başında uzun düşüncelere vardıç Dedesi Fatih Sultan Mehmet, açıkça onu veliaht olarak göstermişti. Buna rağmen ortalıkta neler neler dönmüş, babası Sultan Bayezit ile amcası birbirine silah çekmiş, sonunda o güzel adam,"küffar arasında" ıstırap içinde can vermiş, belki yanında ağzına bir yudum su verecek kimse yokken ölmüştü. Sultan Selim, bu hikâyede, küçük vezirin oynadığı rulü biliyordu. O aynı oyunu kendisi tahta çıkarken de oynamak istemiş, Şehzade Ahmet'i Selim'e tercih etmişti. Bu hatıraların tazelenişi, Koca Mustafa Paşa'nın katli fermanı için yeter sebepti. Yavuz sanki şimdi, amcası Cem kabrinde daha rahat yatıyormuş gibi geldi. Istanbul'a dönüşte, bu işin henüz tamam olmadığını düşünerek, muhasiplerinden birine emir verdi ki: "Tiz adam göndertip küçük vezirin camisin de, imaretin de ortadan kaldırsınlar, İstanbul'a böyle bir sotsuzun yapısı gerekmez!" Balta, kürek, Kocamustafapaşa camisinin avlusuna gelenler orada sanki hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi toprak çapalayan Sümbül Efendi ile karşılaştılar. İşini bıraktı, emir kullarının yüzlerine sakin sakin baktı,"Ne istersiniz?" diye sordu. Böyle soracağına, ellerinden baltaları, kürekleri alsaydı da kafalarına vursaydı, küfretseydi, dövseydi, kovsaydı onları. Gelenler, mahçup, perişan, geldikleri gibi kös kös geri göndüler. Varıp efendilerine:" Biz o camiye elimizi süremeyiz. O camide bir zat var. Yüzümüze bir baktı, ne istersiniz, diye bir sordu Yok, yok, varsın başkaları yıksın, biz bu işte yokuz!" dediler. Haber, büyüye yayıla Hünkâr'ın huzuruna vardı. Selim bir emir versin de yapılmasın? Demek bu da oluyor. Oluyor diyen varsa gelsin de görsün. Hünkar emir saldı, o öfkeyle atlandı, yanına alacaklarını aldı. Yel oldu, esti, sel oldu aktı, vardı Kocamustafa camisine... Sümbül Sultan'ın uyanık kalbi bu haberi almış, derviş hırkasını üstüne, tacını başına giymiş, siyah sarığını dolamış, bir kaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye başlamıştı. Uçan atın bir nal seslerini duyunca, gözlerini kapadı, sadece yanık bir sada ile "Hak!" dedi. Hünkar kapı çnünde atta atlamış, ok gibi ileriye atılmıştı.. Fakat birdenbire hızı kesiliverdi. Ne oluyordu ki acaba? Onu durduran neydi? Dervişler, niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Ortalarında da sarı benizli, kara sarıklı güzelmi güzel bir tanesi var. O başını eğmemiş hükümdara bakıyordu. Bu başka bir bakıştı. Selim'in içine, ta' can evine uzanan bu bakışlar kalbinin sayfalarını bir bir okuyor, dünya alemden sakladığı sırlarını, tasalarını, acılarını , üzüntü ve şevkini katmer katmer açıyordu. Bu bakış biraz daha devam ederse Selimi Kahhar sel sel ağlayabilirdi. Onun için, yavaş bir adım attı, başını yere eğdi ve ancak duyulabilen bir sesle "Peki yıkılmasın" dedi. Bir gönül yapmak için cami yapmak kadar sevaplı, bir gönül yıkmak için bir cami yıkmak kadar veballi bir iştir. Hünkar ise hem cami yıkmadı, hem gönül yaptı. Ancak, bir mesele vardı ki Sümbül Sinan onu ihmal edemezdi. Onun için: "Hünkarim!" dedi, "Padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Onun için,hiç değilse, ocakları yıksınlar, Hünkar sözü vücut bulsun". Kazmalar, imaret bacalarını indirirken, Yavuz Sultan Selim ne haldeydi, ne düşünüuyordu bilmiyoruz. Onu bir kendisi, bir Alla bilir. Fakat şu gerçek tarihlere geçmiştir: Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, ihtiramla Sümbül Efendi'ye giydirdi. O anda elinden başka bir şey gelmezdi. Sümbül Efendi bu kürkü dergâhında zaman zaman giyermiş.

Artan Pilav

Yahya baba , II. Bâyezîd Hân zamanında , Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe giriştimi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile , suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah'tan bereket arzular. Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar. Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile "Bu prinç yetermi?" demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna'nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: "Bu bir keramet!" Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. "Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz." Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba'ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi'nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna'nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar. "Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israfmı edersin?" Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp; "Ayıp olmuyormu sultanım derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?" Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah'a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola.... Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana

ANADOLU EVLİYALARI

Hacı Mesut

Hacı mesut'un mezarı İzmir'in Alipınar köyündedir. Hacı Mesut, Çanakkale Savaşı'nda, gözle kaş arasında adını bütün orduya duyurmuş ve ermişlik payesini kazanıvermiş mutlu bir insan. Mezarının önünde okuyup, niyaz etmeden kimse geçmez. Bir derdiniz, özellikle askerlikle ilgili bir müşkülünüz varsa, hemen Allah'tan o'nun hürmetine müşkülünüzün gitmesini isteyin illa onun yanına gitmenize gerk yok! eğer müşkülünüzde halis niyetiniz hakimse işiniz inşaallah oluverir. Çanakkale savaşı'ndayız.Mülazım Emin , çiçeği burnunda bir harbiye'li. Mektebi bitirmiş, cepheye sürülmüş... Gönderildiği alay , ateş hattında kırılıyor, ama ne kırılıyor.; gençler yiğitler biçiliyor. Bir zaman, geriden ikmal getirerek işi idare etmek istiyorlarsa da gün oluyor, ikmalde yetmiyor. Alaydan arta kalanları derleyip, toplayıp İzmir'in Alipınar köyüne getiriyorlar. Acemiler gelecek , alay tamamlanacaki talim görecek ve yine cepheye sevkedilecek... Alay tamamlanırken, durumun nezaketi gereği, alışılmış kurallara pek aldırılmıyor, eli silah tutan herkes toplanıp Alipınar'a getiriliyor. Gelenlerin içinde Hacı Mesut da var. Yaşlıca, sessiz, sadasız, kendi halinde bir habeş. Trablusluymuş. Mülazım Emin'in Konyalı Aziz Çavuş diye bir çavuşu var, nedense bu Hacı Mesut'u hiç sevmiyor. Her sabah Emin Efendi'ye tekmil verirken sayıyor, döküyor, sözün sonunu" Bir de, hiç bir işe yaramayan şu pis Arap var" diye bitiriyor. Pis Arap aşağı, pis arap yukarı... Günün birinde, mülazım Emin: -Bırak Aziz şu Adamı diyor. "O zaten yaşlı, sen onu talime çıkarma, koğuş temizliğine ver!" Böylece günler geçip giderken, bir gün Mülazım hastalanıyor. Ama durumu çok ağır. Ne doktor, ne ilaç, ne sıhhiye memuru. Hastaya yardım edecek hiç kimse ve hiç bir şey yok. Akşama doğru Emin Efendi kendini kaybediyor, ateşten cayır cayır yanıyor, bir günde sanki eriyor. Yapılcak bir şey yok, işi duaya kalmış. Görenler, sabahı bulamaz diyorlar. Bir ara, Hacı Mesut, Aziz çavuşun yanına gelerek:" Bir nefes edeyim mi?" Diye soruyor. Mülazımın işi bitmiş ama, etsin bakalım ne olacak? Hacı Mesut, Emin Efendi'nin yanında durmuştur, dudaklarının güç farkedilen hereketinden başka bir kımıldanış, bir ses yok. Saatler geçiyor. Hasta terliyor, Hacı Mesut terliyor. Bakleşenlerde artık takat kalmamış , kendilerini tutmasalar, "Pis arabı" yeninden yakasından tutup tartaklayacaklar. Sonunda, Hacı Mesut gözlerini Aziz çavuş'a çevirirp fısıldıyor: "Tamam, kurtuldu, ne isterse verin , yesin" Yemek mi? Mülazım ölü gibi serilmiş, gülesi geliyor Aziz çavuş'un. Tam o sırada yataktan bir inilti duyuluyor: "- Su!" Artık ona kimse, "Pis Arap" diyemez. Mesut'ta bir başkalık sezmekte olan bir kaç kişinin gözleri iyice açılıyor. Onun peşinden ayrılmıyorlar. Şu kadarını anlıyorlarki, Hacı Mesut, Abdüsselâm Esmerî'nin kıymetlilerindendir. Allah Katında itibarı büyüktür, ama o işi oluruna bağlamış, kendini açığa vurmamıştır. Hacı Mesut'un çevresindeki halka her gün biraz daha büyüyor, bir kere onun sevgisine yakalanan artık kendini ondan kurtaramıyor. Hacı Mesut'ta tuhaf bir şey var. Hani çavuş yokmu, şu Aziz çavuş ... Asıl o; utanmasa işini gücünü bırakacak ve sabah ezanlarına kadar süren aşıklar sohbetinden ayrılmayacak... Bir gün , Hacı Mesut Mülazım Mehmet Efendi'ye , Aziz çavuşla haber gönderiyor: "Yarın, davul dövdürsün, pilav zerde döktürsün, Çanakkale'de savaş bitti zafer bizimdir!" Mülazım Emin, bu haberi biraz tuhaf buluyor, Çünkü, vaziyet, hiç te öyle Hacı Mesut'nun dediği gibi değil, gelen haberler kötü! Ordu müfettişi de tam o sıralarda Alipınar'dan geçiyormuş. Mülazım: "Acaba vaziyet ne merkezde?" diye sorunca, ordu müfettişi: "Orduyu geri çekecekleri söyleniyor, öyle olursa İstanbul düşer, vaziyet çok fena!" Ordu müfettişi yansın yakılsın, Hacı Mesut gene haberi salıyor: "Davul dövdürsün, helva..." Akşamın geç saatlarında Alipınar'a kan ter içinde bir atlı girip Mülazım Emin Efendinin önünde selamı çakıyor: "Gözümüz aydın efendim, çok şükür muzafferiz, Çanakkale'yi kurtardık..." Bu kadarı yeterlidir; duyan Hacı Mesut'a koşuyor. İlk müjdeyi veren sanki o değilmiş gibi , Hacı Mesut, masum gözleriyle etrafını saranlara gülümsemektedir. Alam bu gülümsemede, sevinçten fazla bir şey, sırlı, anlaşılmaz bir şey olduğunu o zaman telaş ve heyecandan, kimse anlayamıyor. Bu anlamlı tebessümün kokusu bir kaç gün sonra çıkıyor. Davullar dövülmüş, helvalar yenilmiş, İzmir'in yiğit efeleri diz vurup zeybek oynamıştır. Ortalığın sakinleştiği bir sabah Hacı Mesut, artık bütün alay gibi önünde el bağlayıp niyaza varan Çavuş'a : "Aziz Çavuş çocukları topla, bir diyeceğim var" diyor. Aziz Çavuş'un içinde bir ateş, ne yaptıysa Hacı Mesut'u fazla konuşturamıyor. Akşam karavanasından sonra etrafında toplanıyorlar. Hepsinin yüreği kuşkuda, ama kimse sebebini bilmiyor. Sebep Hacı Mesut'ta! "Evlatlarım! Benim görevim burada bitti. Trablustan sizin alayı uyarmak, yüzünüzü Hak yüzüne çevirmek için gönderilmiştim. Şeyhimin dediğini yaptım. Hepiniz Abduüsselâm Esmerî'nin himayesindesiniz. Beni duâdan unutmayasınız. Ya Allah!" Evet! Hacı Mesut "Ya Allah" demiş, Allah cemaline yürüyüvermişti. Alay karışıyor, birbirine giriyor. Gözlerinin önünde olanlara inanamıyor. Bir insan ölüme böyle söz geçirebilirmi? Fakat, bütün telâş faydasızdır. Hacı Mesut ölüme sözünü geçirmiş, kavilli bir yolculuğa çıkar gibi yürek hoşluğu, gönül rızasıyla yürüyüp gitmiştir.

Kilitlemek kolay mı?

 Türbelerin kapatılmasından sonra, her yerde olduğu gibi, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin de türbe kapısına kilit vurulmuş. Fakat, sabahleyin erkenden yoldan geçenler kilidi açılmış, kapıyı ardına dayalı görürlermiş. İlgililerden biri: "Bu kapıyı elbet bir açan var" diye iki polisi görevlendirmiş: "Bekleyin sabaha kadar, gözetleyin, kim açıyorsa yakalayın" diye emir vermiş. Polisler, gün ışıyıp sabah ezanları okununcaya kadar bekleyip sohbet etmişler. Ortalık boz-bulanık bir hal aldığında, çıt! demiş, kapıdaki kilit açılmış, kapı ardına dayanmış ve az sonra türbeden o mübarek ve güzel yüzüyle Bayram Veli Hazretleri görünmüş; şöyle bir etrafına bakınıp, havayı kokladıktan sonra başlamış usul usul yürümeye... Polisler şaşkına dönmüşler. Birinin dili tutulmuş, öbürü, durmadan arkadaşını tokatlarmış. Bir daha kim bekler?.. İşte o olmuş, bu olmuş, artık ne kapı açılmış, ne kilit, Hacı Bayram, bir zaman ortalıkta görünmemiş. Günün birinde, devlet büyüklerinden bir kişi "Bu meydanın adını değiştirelim, artık caddelerimizin başından hacı külahını çıkaralım, buranın adı Ogüst meydanı olsun" diye oneride bulunmuş. Hacı Bayram sevdalılarından bir zatın da bu öneri pek fenasına gitmiş. O gece hiç uyumamış, sabahleyin de erkenden türbe kapısına gidip orada niyaza başlamış. Bir de ne görsün? Hacı Bayram Veli karşısında gülümser, memnun: "Ne üzülüyorsun be oğlum? Her kemâlin bir zevali olduğu gibi, her zevalin de bir kemâli vardır. Allah âdildir, bağışlar ve affeder, sen işine bak!" demez mi? Gerçekten, ardından az bir zaman geçmiş geçmemiş, sokakların başından hacı külahını çıkarmak isteyen o kişi yürekler acısı bir ölümle ölmüş, çoluğu çocuğu darmadağın olmuşlar. Eh! Erenlerin sağı solu olmaz, onlarla şakaya gelmez! Hani ne güzel söylemişler: Değme sakın fukara fırkasının hırkasına, Her biri bir dağ devirip geçirir arkasına! Hani Yunus Emre ne güzel demiş. Bir sinek bir kartalı, kaldırıp vurdu yere, Yalan değil gerçektir bende gördüm tozunu.

Dünyanın Hali

Cerir'in rivayet ettiğine göre Leys der ki: " Adamın bir Hz. İsa'ya arkadaş olur, ona "Senin yanında sana yoldaş olabilirmiyim" diye teklif eder. Teklifinin kabul edilmesi üzerine yola koyulurlar, bir nehrin kenarına varınca yemek molası için otururlar, yanlarında üç çörek vardır. İkisini yerler, birisi kalır, bu arada Hz. İsa nehre varıp su içmek üzere kalkar, su içip dönünce üçüncü çöreği bulamaz. Adama "Çöreği kim aldı" diye sorar, adam bilmiyorum diye cevap verir. Yemekten sonra arkadaşı ile birlikte yola koyulur. Yolda iki yavrulu bir geyik görürler. Hz. İsa yavrulardan birini çağırır, yavru Hz.İsa'nın daveti üzerine yanına gelince onu keser, etinin bir kısmını kızartarak yerler. Yemekten sonra Hz. İsâ geyik yavrusunun kalıntılarına " Allah'ın izni ile canlanıp kalk" der, yavru da derhal canlanıp kalkarak oradan uzaklaşıverir. Bu olay üzerine Hz. İsâ yoldaşına "Sana az önceki mucizeyi gösteren Allah için soruyorum, çöreği kim aldı?" der. Adam yine "Bilmiyorum" diye cevap verir. Bir müddet sonra bir nehrin yanına varırlar, Hz. İsâ adamın elinden tutarak su üstünde yürürler, karşıya geçerler. Nehri aşınca Hz. İsâ "Az önceki mucizeyi sana gösteren Allah hakkı için sana soruyorum, üçüncü çöreği kim aldı?" diye sorar, adam yine "bilmiyorum" diye cevap verir. Bir müddet sonra bir çöle varırlar ve otururlar. Hz. İsâ bir yere kum ve yoprak yığar, meydana gelen yığına Allah'ın izni ile "altın ol" der,yığın da altın olur. Hz. İsâ yığını üçe bölerek adama " üçte biri benim, üçte biri senin, öbür üçte biri de çöreği alanın " deyince adam "çöreği alan bendim" diye gerçeği itiraf eder. Bunun üzerine Hz. İsâ "Altının hepsi senin olsun" diyerek ondan ayrılır. Adam altının başında dururken çölde yanına iki yolcu gelir. Gelenler kendisini öldürüp altını almak isterler, adam "Onu aramızda üçe bölüşürüz, şimdi önce biriniz şehre varıp yiyecek bir şey alsın" diye teklif eder. Adamın teklifi kabul edilerek gelenlerden biri şehre gönderilir. Şehre giden adam yolda giderken "Niye altını onlar ile bölüşeyim, alacağım yiyeceğe zehir katar, onları öldürürüm, böylece altının hepsi bana kalır" diye düşünür ve dediği gibi yapmak üzere şehirden aldığı yiyeceğe zehir katarak döner. Altının Yanında kalanlar da "Niye ona altının üçte birini verelim, dönünce onu öldürür ve altını ikimiz paylaşırız" diye konuşurlar. Adam dönünce onu öldürürler, fakat yiyeceği yeyince de kendileri ölür, böylece altın çöl ortasında ve her üçünün ölüsünün yanıbaşında sahipsiz kalır. Daha sonra Hz. İsâ'nın yolu olay yerine yeniden uğrar, durumu görünce yanındakilere "İşte dünya budur,ondan sakının" der

Evliyalar ölmez imiş...

Evliyalar Ölmez imiş, Can acısın görmez imiş... Diye bir söz söylenmiş. Gerçektende evliyalar ölmüyor.İşte Hacı Bayram Veli! Aşağı yukarı beş yüz kırk altı yıl evvel, Ankara'da, bu dünyadan, öteki dünyaya göçmüş... Beş yüz kırk altı yıl bu! Dile kolay... Ankara'da, anasının, babasının mesarını bilmeyen çok insan vardır, Hacı Bayram'ı bilmeyen, bir kere türbesinin önünden geçmeyen, bir defa işi düşüp de kapısına yapışmayan bir Ankara'lı düşünülebilir mi? Daha, türbeler kapatılmadan evveldi... Diye anlatırlar. Solfasol köyünden çok temiz, çok saf bir genç, askere gidiyormuş. Babasından kalma bir kaç altını, anasından kalma birkaç mücevheri varmış. Delikanlının derdi asker dönüşü evlenmek; servetini içine koyduğu küçük sandığını emanet edeceği, güvenip, bırakacağı kimseciği de yok. Düşünüyor, tasınıyor, acaba ne yapsam, diye sızlanıyor... Derken, bir gece rüyasında Hacı Bayram'ı görmez mi? "A! be Salimcik, ne düşünüp duruyorsun getir sandığını, bana bırak!" diyor. Selim oğlan, ertesi günü, sevine sevine Ankara'ya geliyor,doğru türbedarın önüne dikiliyor, hal, keyfiyet böyle, böyle... diye meseleyi anlatıyor. Türbedar da uyanıklardanmış, gece o da haberini almışmış. Getiriyorlar sandığı, Hazretin başucuna bırakıyorlar. Sandık deyince, öyle koca bir şey sanılmasın, ancak bir çanta kadar. Delikanlı askere gidiyor; gidiyor ama dönmek bilmiyor. Yemen ellerinde Uveys El-Karani gibi... Gez babam gez. Tam sekiz yıl!. Bu sekiz yıl içinde ahval değişmiş, türbedar ölmüştür. Yeni gelen, Bayram Velî'nin başucundaki bu acayip sandığın hikmetini bir türlü anlayamamış. Kaldırıp, bir kenara koymak istiyor, ne mümkün? Yerinden kımıldatmanın ihtimali yok. Bu işe pek şaşıran türbedar, yanına bir yardımcı çağırıyor. Bir derken, üç oluyor... Nafile, sandık ne açılıyor, ne kımıldıyor. Sonunda:"Buişin içinde bir hikmet var" diyorlar! Gel zaman, git zaman bizim Solfasol'lu, askerden kurtulup dönüyor. Ama artık o taze delikanlı değildir. Gene saftır, gene tertemizdir. Doğruca Hacı Bayram türbesine varıyor, bakıyor ki, türbedar değişmiş. Ama hiç umursamıyor, Ben malımı türbedara değil, doğrudan ona, Bayram Veli'ye emanet etmiştim" diyor ve sandığı almak üzere huzura varıyor. Üç ihlâs, bir fatiha okuduktan sonra "Hazretim!" diyor, "Ver bakalım emanetimi! Hani, ben askere giderken getir, saklayayım demiştin ya!" Türbedar ve sandığı yerinden oynatamayan üç arkadaşı, merakla, konuşan adama bakıyorlar. O bir şeyin farkında değil sandığı kucakladığı gibi yola revan oluyor... Ankara'lılar bu hikayeyi, emanete sadakatin tatlı bir örneği diye fırsat düştükçe anlatırlar...

ZEKAT, MALI KORUR

Hazreti Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir gün ashabına zekatın faydalarından bahsediyor: -Zekat malınızı manevi bir kale ile muhafaza altına alır, buyuruyordu. Yoldan geçmekte olan bir nasrani, bu sözleri duydu ve denemeye karar verdi; eve gitti nesi varsa zekatını ve sadakasını ayırdı; fakir fukaraya taksim etti. Bu sıralarda onun bir ortağı ticaret maksadıyla sefere çıkmıştı. Hristiyan: - Eğer diyordu, Muhammed'in dediği doğru çıkarsa onun hak peygamber olduğuna karar verir ve dinini kabul ederim, yok eğer bu kadar mal; taksim ettiğim halde bir faidesi olmazsa, kılıcımı alır onunla harbederim diyordu. Hristiyan, verdiği sadakanın neticesini beklerken ortağındasn bir metup aldı. Mektupta: - Malesef yolumuzu eşkiyalar kesti ve kervanda ne varsa her şeyi aldılar, deniyordu. Hristiyan beyninden vurulmuşa döndü. Kılıcı aldığı gibi Hazreti Muhammed'i öldürmek üzere yola çıktı. Pür hiddet yoluna devam ederken ikinci bir mektup daha geldi ortağından. Orda ise şöyle yazıyordu: - Daha evvel size yazdığım mektup tamamen ters çıktı. Bizim devenin biri sakatlanmış ve ben kervandan bir kaç yüz metre geri kalmıştım. Önümdeki kervanın tamamen yağma edildiğini görünce mutlaka beni de yakalarlar diye sana birinci mektubu yazmıştım. Fakat ne hikmetse beni görmeden çekip gittiler ve bizim malımız eşkiyalardan böylece kurtuldu. Miç müteessir olmayınız sağ salim yolumuza devam ediyoruz Adam ortağından bu haberi alınca, doğru Resulüllah'ın huzuruna varıp: - Ya Resûlellah! Bana İslamiyeti tarif et. Senin söylediklerini denedim ve faidesini gözlerimle gördüm. Artık Müslüman olmak istiyorum, der ve şehadet getitip Müslüman olur.


ANA SAYFA

 
   
 
SiteEkle.Web.Tr Bölgeler ve Şehirler ..logo-technitoit Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol