Akşam annemle babam televizyon seyrediyorlardı .
Annem, 'Geç oldu, zaten yorgunum, ben yatıyorum.' dedi.
Annem kalktı, mutfağa gitti.
Çerez-meyve tabaklarını çalkaladı, kaldırdı.
Sabaha hazır olsun diye çaydanlığı doldurdu, demliğe çay koydu.
Şekerliğe baktı, dibinde az kalmış, üstüne ekledi.
Kahvaltı için buzluktan ekmek çıkardı, akşam yemeği için çözülsün diye de eti aşağıya koydu.
Kahvaltı masasını hazırlamak için masanın üstündekileri topladı.
Telefonu şarja koydu, telefon defterini kapatıp yerine koydu.
Sonra çamaşır makinesinden ıslak çamaşırları çıkarıp astı ve makineyi tekrar doldurdu.
Banyodaki çöp sepetini boşalttı.
Islak bir havluyu kurusun diye duş perdesinin borusuna astı.
Bir gömlek ütüledi, kopuk düğmesini dikti.
Çiçekleri suladı.
Esneyerek gerindi ve yatak odasının yolunu tuttu.
Çalışma masasının yanından geçerken durdu, öğretmene tezkere yazdı, okul gezisi için para sayıp ayırdı, eğildi, sandalyenin altına girmiş ders kitabını aldı, masanın üstüne koydu.
Kek tarifleri defterini çıkardı, arkadaşına söz verdiği tarifi bir kağıda yazdı, çantasına koydu.
Bakkaldan alınacakları not etti, notu da çantasına koydu.
Sonra gitti, 3'ü 1 arada temizleme losyonuyla yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı.
Gece kremini ve kırışık önleyici nemlendiricisini sürdü.
Tırnaklarına baktı, törpüledi.
İçeriden 'sen yatmaya gitmemiş miydin' diye seslenen babama şimdi gidiyorum' deyip köpeğin su kabını doldurdu.
Kapıları pencereleri kontrol etti, holdeki lambayı yaktı.
Kardeşimin odasına gitti, oğlan uyumuş, lambasını söndürdü, bilgisayarını kapattı, gömleğini astı, yerdeki kirli çorapları toplayıp sepete attı.
Bana geldi, 'haydi yat artık, biraz da yarın çalışırsın,' dedi.
Kendi odasına gitti, saati kurdu, ertesi gün giyeceklerini hazırladı.
6 maddelik acil işler listesine 3 madde daha ekledi.
Kendi kendine iyi geceler diledi, hayallerinin gerçekleştiğini gözünün önüne getirdi.
İşte o sırada babam televizyonu kapattı, ortaya öylece bir 'ben yatıyorum' dedi ve gitti yattı.
Sizce bu işte bir gariplik yok mu?
Kadınların neden daha uzun yaşadığını merak etmiyor musunuz?
ÇÜNKÜ BİZİM YAPIMIZ UZUN ÇEKİŞLİ (ve işimizi bitirmeden öyle çabuk çabuk ölemeyiz)!
ARKADAŞIMA... Canım arkadaşıma sonsuz sevgilerimle... Eski Türklerde Askerler
savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için
sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Atalarımız
genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir
taş veya kaya olurmuş. Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ’tan
ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz, bizi
arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz
isimdir. Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşırlar. Aşk, kendinden emin
bir şekilde sorar; -Ben senden daha samimi ve daha cana yakınım sen niye
varsın ki bu dünyada? Arkadaşlık cevap verir: - Sen gittikten sonra
bıraktığın gözyaşlarını silmek için...Hiç bir zaman arkadaşsız
kalmamanız
dileğiyle...
Bir Öğretmen'e Dair Her sabah okula doğru yol aldığımda uzaktan onun arabasını görürüm ve derim ki; yine benden önce gelmiş! Ayrı bir heyecan duyarım onu gördüğümde. Bazen hayretle, bazen gururla ve bazen kıskanarak bakarım.
Kimden mi bahsediyorum? Liseden matematik öğretmenim, okuldan meslektaşım ve gördüğüm en insancıl bir öğretmenden. Nevzat Serin’den.
Onun hayata bu kadar olumlu bakışı, insanlara bakınca güneş gibi ısıtışı, Olumsuzlukları bir süzgeç gibi eleyerek yaşama dört elle sarılışı onu yakından tanıyanları derinden etkiler.
Ben ondan öğrendim, yaşamın adının mücadele olduğunu. Hayatın çok güzel renklerinin bulunduğunu. Yılmamayı ve devamlı ileriye bakmanın başarı getirdiğini.
Şimdi onu her görüşte o kadar mutlu oluyorum ki, bak diyorum yine sınıftan çıkmış, yine çocukların yüzleri gülüyor. Yine herkes mutlu. Kendindeki enerjiyi taşıyor devamlı iletişim halinde oldukları insanlara. Öğrencilerine ve öğretmen arkadaşlarına.
Polyana’ı okumuştum ortaokul yıllarında, mutluluk oyunları oynardı ve mutlu olduğuna inandırırdı herkesi ve kimsenin üzülmesini istemezdi. Ama bakın polyanacılık yok Nevzat hocamda. Hep kendisi ile barışık ve mutlu olduğu kadar herkesle mutluluğu paylaşabiliyor. İnsan belli bir zaman sonra herhalde her şeyden sıkılır derdim, ama ben öyle olmadığını gördüm. Nasıl mı? Yılların görev aşkıyla yanıp tutuşan öğretmeni Nevzat Serin hala o Görev aşkından hiçbir şey kaybetmiş değil. Gerçektende insanlar işlerini sevdikleri müddetçe devamlı olarak mutlu olmayı başarabiliyorlar.
Yine bu sabah onunla karşılaştım okul kantininde. Gülümseyerek ‘’günaydın’’dedi.
Ameliyat geçirmişti. Kalbimi rektefe ettirdim demişti. Ama hala gülümsüyordu. O kadar bağlıydı ki hayata. Onun bu duruşuna gıpta ile bakmamak eldemi ki…
İnsanları kabul edebilmek, insanları oldukları gibi kabul edebilmek çok zor bir iştir. Onların düşüncelerine saygı göstermek, etik bir davranıştır. Ve bunu çoğu insan yerine getiremez. Ben bunu başarabilen kişilerden birininde Nevzat hoca olduğunu gördüm. İnsanlarla o kadar içten iletisim kurar ki… sanırsın ki yıllardır onunla samimi. Yalan dolana hiç başvurmadan olduğu gibi, yanlışını ve doğrusunu, olduğu gibi kabul edebilen bir insan.
Köşe başında bir bakarsın öğrencileri başını sarmış, bir bakarsın öğretmen arkadaşları. Hararetle anlatır, konuşur ve yüzünde tebessümü hiç eksik etmeden devamlı bir şeyler anlatır. Dikkat ederim hiç kimse sıkılmaz, hiç kimse mecbur olmadığı sürece onun etrafını terk etmez. Sanırsın ki, arılar bir çiçeğe konmuş, bal alma yarışı yapıyorlar. O ise gayet rahat ve gayet mütevazı. Elinden gelse kendinde var olan bütün bilgi ve değerleri karşısındakine karşılıksız verebilecek kadarda cüretkâr ve fedakâr.
Ben daha iyi anlıyorum öğretmenliğin kutsallığını bu gibi öğretmenlerimle, Ben daha iyi anlıyorum, neden Türkiye’de ekonomiye aldırış etmeden var gücüyle işine koşar adım giden öğretmenlerin varlığını. Ben şimdi daha iyi anlıyorum vatan sevgisinin, insan sevgisinin, nasıl boy verip geliştiğini. Böyle öğretmenler olduğu müddetçe biliyorum ki;
Ülkemizde eğitim devamlı ayakta kalacak, Ben biliyorum ki yüreklere ekilen ümit ekinleri, yaşama sevinçleri devamlı var olacak.
Yine seni bekleyeceğim Nevzat hocam, yine seninle yarışacağım. Biliyorum bir gün mutlaka senden önce okulda olacağım. Biliyorum Yine gülümseyeceksin uzaktan. Diyeceksin ki ‘Adnan’ım’akıllı ol. Sen devamlı koşar adım gidiyorsun zaten. Ama Hocam Mutlaka sizi geçmem lazım. Buna kızmazsın biliyorum. Çünkü sen geride kalmasını sevmezsin.
Adnan Deniz
TEDDY
Okulun ilk gününde 5 inci sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak, bu imkansız idi, çünkü ön sırada, oturduğu yerde bir yana kaykılmış, ismi Teddy Stoddard olan küçük bir oğlan vardı.
Bayan Thompson bir yıl önce Teddy'yi izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak, Teddy tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, bayan Thompson onun kağıtlarını büyük kırmızı bir kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (X) yapmaktan ve kağıdının üstüne büyük "F" (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Thompson'un okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Teddy'nin kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karsılaştı.
Teddy'nin birinci sınıf öğretmeni söyle yazmıştı: "Teddy gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli."
İkinci sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor."
Üçüncü sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy'nin annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Teddy elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek."
Teddy'nin dördüncü sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."
Bunları okuyunca, Bayan Thompson problemi kavradı ve kendinden utandı. Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kağıtlarla sarılmış Noel hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Teddy'nin hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti...
Teddy'nin hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile beceriksizce sarılmıştı. Bayan Thompson onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Thompson paketten taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesi çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Teddy Stoddard, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı, "Bayan Thompson, bugün aynı annem gibi kokuyordunuz."
Çocuklar gittikten sonra, bayan Thompson en az bir saat ağladı.
O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. Bayan Thompson Teddy'e özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar, Teddy sınıftaki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Teddy onun gözdelerinden biri idi.
Bir sene sonra, Bayan Thompson kapısının altında Teddy'den bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.
Altı yıl sonra Teddy'den bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.
Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Bayan Thompson'un tüm yaşamındaki en iyi ve en favori öğretmen olduğunu yazmıştı.
Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala karsılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama şimdi ismi biraz daha uzundu. Mektup şöyle imzalanmıştı, Theodore F. Stoddard, MD. (TIP Doktoru).
Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var. Teddy bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Bayan Thompson'un damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Bayan Thompson bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu ? Taşları düşmüş olan o Bileziği taktı. Dahası, Teddy'nin annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Stoddard, Bayan Thompson'un kulağına söyle fısıldadı, "Bana inandığınız için teşekkür ederim, Bayan Thompson. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"
Bayan Thompson, gözlerinde yaşlarla fısıldadı, şöyle dedi, "Teddy, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".
( Bilmeyenler için, Teddy Stoddard, Iowa Methodist'te doktordur.
Iowa Methodist'in Des Moines'deki hastanesi, "Stoddart Kanser Binası" olarak bilinmektedir. )
DOSTLUK
Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikaye anlatılır.
Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri ötekine bir tokat atar. Tokadı
yiyenin canı çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine şu sözleri yazar
'BUGÜN EN IYI ARKADASIM BANA BIR TOKAT ATTI.'
Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler.Tokadı yiyen yıkanırken bir batağa saplanır, boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam kurtulduktan sonra bir kaya parçası üzerine şu sözleri kazır:
'BUGÜN EN IYI ARKADASIM BENIM HAYATIMI KURTARDI.' Tokadı vuran ve sonra arkadaşının hayatını kurtaran kişi ona şöyle der; senin canını yaktığımda bunu kum üzerine yazın ama şimdi kayaya kazıyorsun.NEDEN?
Öbür arkadaş ona şöyle cevap verir:'Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize İYİ bir şey
yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin.'
'INCINMELERINIZI KUMA, GÖRDÜGÜNÜZ IYLIKLERI KAYALARA KAZIMAYI ÖGRENIN.'
Denilir ki özel birini bulmak bir dakikanızı alır,onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur,onu sevmek için bir gün yeter ama sonra onu unutabilmek için bir ömrün geçmesi gerekir.
ÇOCUKLUĞUMUZDA...
Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babanım bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi... Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..
Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?
Kim yazmış bilmiyorum. Taa uzaklardan bir selam gibi geldi bana.
Üzerimde kalmasın, o yüzden "size" gönderiyorum. Umarım sizinde üzerinizde kalmaz bu selam.
Çocuklarınızla konuşun...
Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi.
Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksı n babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi.
Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de
bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.
Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım
ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.
Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.
Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum.
Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?
Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım.
Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.
Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Duyduklarına inanamıyorlardı .. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.