☺.::.CHOLETTURC.::.☺
  Hayatin Içinden2(Contes dans la Vie)
 

 HAYATTAN
 

Sevgilerimle
 
 
Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel egitim veren bir okul için
bağış toplama yemeginde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar
tarafindan asla unutulmayacak bir konuşma yaptı. Okula  kendini adamış
ögretmenleri kutladıktan sonra şoyle bir soru sordu: 'Dışardaki etkenler
tarafindan etkilenmedikçe doga herşeyi mukemmel bir sekil ve sırada yapıyor.
Ama yine de oglum Shay, diger cocukların ogrendikleri gibi ögrenemiyor.
Diger cocuklarin anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda dogal olmasi
gereken şeyler nerede?'
Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.Baba devam etti. 'Ben inaniyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir cocuk geldiginde, gercek insan dogası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuga davranış sekillerinde kendini gösteriyor.'Ve sonra asagidaki hikayeyi anlatmaya basladi:
           Shay ve babasi bir gun parkta Shayin tanidigi birkac cocugun baseball
oynadiklarini gorduler. Shay sordu, 'Acaba oynamama izin verirler mi?'Shay'in babasi cogu cocugun Shay gibi bir cocugun takimlarinda oynamasini istemeyeceklerini ama ayni zamanda eger ogluna izin verirlerse oglunun o cok ihtiyacini duydugu, engellerine ragmen baskalari tarafindan kabul edilmenin ozguveni ve sahiplenme duygusunu verecegini de biliyordu.
Shay'in babasi cocuklardan birinin yanina yaklasti ve (fazla birsey
beklemeyerek) Shay in oynayip oynayamayacagini sordu. Cocuk soyle
danisabilecegi birilerine bakti ve sonra 'Su anda 6 sayi gerideyiz
ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takima girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya calisirim' dedi.Shay buyuk bir gayretle takimin yanina gitti ve yuzunde kocaman bir gulumseme ile takim t-shirtini giydi. Babasi gozunde yas, kalbi sicak duygularla dolu onu izledi. Cocuklar oglunun kabul edilmesinden dolayi babanin mutlulugunu gorduler. Sekizinci turun sonunda Shay'in takimi birkac puan kazandi ama hala 3 sayi gerideydi. Dokuzuncu turun basinda Shay eldiveni eline gecirdi ve sag acik sahaya cikti. Ona dogru hic top isabet etmemesine ragmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasi ona tribunlerden el salladigini gordugunde yuzunde kocaman bir gulumseme  vardi. Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takimi yine puan kazandi. Simdi butun kaleler doluydu, oyunu kazanma sansi ortaya cikmisti ve topa vurma sirasi Shay'e gelmisti. Bu noktada Shay'in vurucu olmasina izin vererek oyunu kaybetme riskini  mi almaliydilar? Sasirtici bir hamleyle Shay'e sopayi verdiler. Herkes topa isabet ettirme sansinin sifir oldugunu biliyorlardi cunku birakin topa vurmayi Shay sopayi bile elinde tutmasini bilmiyordu.Ama Shay sahaya ciktiginda top atici, diger takimin kazanma sanslarini bir kenara birakarak Shay'e bu firsati tanidiklarini gorunce birkac adim one giderek yumusak bir sekilde topu Shay'e dogru firlatti. Ilk topa Shay zorlukla sopayi savurdu ama iskaladi. Atici tekrar birkac adim one dogru geldi ve topu yine yumusak bir sekilde Shay'e dogru atti. Shay sopayi savurdu ve hafifce topa dokunarak yere aticiya dogru vurdu. Oyun simdi bitecekti. Atici topu yerden aldi ve ilk kaledeki adamina kolaylikla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti.Ama atici topu aldi ve ilk kaledeki adaminin basinin uzerinden diger  takim arkadaslarinin erisemeyecegi yere firlatti.Tribunlerdeki herkes ve iki takimda bagirmaya basladilar, 'Shay, ilk kaleye kos, ilk kaleye kos!' Shay hayatinda hic bu kadar uzaga kosmamisti ama  ilk
kaleye gidebildi. Saskinliktan buyumus gozleriyle yere coktu.
Herkes bagirmaya devam etti, 'Ikinci kaleye kos, ikinci kaleye kos'
Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye kosabildi. Shay ikinci kaleye
geldigi sirada acik sahada diger takimdan biri topu almisti ... takimin en kucugu olan bu cocuk kahraman olma sansini elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamina atabilirdi ama top aticisinin niyetini anladigindan o da kasitli olarak topu ucuncu kaledeki arkadasinin basinin uzerinden atti.
        Herkes bagiriyordu, 'Shay, Shay, Shay, butun yolu kos Shay' Karsi takimdan birinin yardim ederek onu ucuncu kaleye dogru dondurmesiyle Shay ucuncu kaleye kosabildi, 'Ucuncuye kos! Shay, ucuncuye kos!'Shay ucuncuye gelirken diger takimdaki cocuklar ve seyirciler ayaga kalkmislardi ve bagiriyorlardi, 'Shay, hepsini kos! Hepsini kos!' Shay hepsini kostu ve oyunu takimi icin kazanan bir kahraman olarak herkes tarafindan alkislandi.'O gun', dedi babasi, gozlerinden yaslar asagiya dogru suzulerek,'iki takimdaki cocuklar da dunyaya bir parca sevgi ve insanlik getirmeyi basardilar'.Shay bir sonraki yaza yetisemedi. O kıs öldü. Bir kahraman oldugunu ve babasini mutlu ettigini ve eve geldiginde annesinin de gozyaslari icinde onu kucakladigini asla unutmadi. Son NOKTA: E-mail ile hic dusunmeden binlerce fikra yolluyoruz, ama hayattaki secimler konusunda mesaj oldugunda insanlar tereddut  ediyorlar.Bunu size yollayan kisi hepimizin bir farklilik yaratabilecegi inancini tasiyor. Hepimizin her gun binlerce firsati olabiliyor 'dogal olan  seyleri' gerceklestirmek icin. Bilgin bir adam bir zamanlar demiski: her toplum, kendilerinden daha az sansli olanlara nasil davrandigiyla degerlendirilir.
                Gununuz bir Shay gunu olsun!

MAVİ GÜL
   
-Tüm özürlü çocuk anne ve babalarına-

Gökçe küçük bir kızdır,
Sevimli küçük bir kız...
Gözleri kahverengi, saçları koyu kahve...
Saçları gözlerinin üzerine düşünce
Gökçe geriye atmak ister.
Fakat elleri hemen alnına gitmez.
Bunun yerine ellerini tomurcuklarını açan bir çiçek gibi büker,
Sonra, sonra atara saçlarını
Gözlerinin üzerinden arkaya.
Görüyorsunuz Gökçe farklıdır.
Farklı mı?
Evet farklıdır diğer kız çocuklarından.
Fakat elbette bütün insanlar
Hep aynı şeyi düşünmek,
Hep aynı şekilde davranmak
Hep aynı olmak zorunda değillerdir.
Bana göre Gökçe mavi bir gül gibidir:
Nadir, farklı ve çok güzel.
Gökçe hastaneden eve ilk geldiğinde
Pembe ve her tarafı şiş bir bebekti.
Çok sık ağlardı, çok ağlardı diğer bebeklerden.
NİÇİN?
Belki de onu ürküten farklı gölgeleri gördü.
Belki de ona çok tuhaf gelen sesleri işitti.
Büyüyünce Gökçe annesine daha yakınlaştı,
Ve ona sımsıkıca bağlandı.
Bilirsiniz "Yavru bir kedinin kuyrukları kesilirse,
kulakları daha keskin olur." derler.
Bir kuyruğun bir yavru kediciğin
Daha hızlı koşmasına yardım ettiği doğrudur.
Fakat kuyruksuz bir yavru kedi de daha iyi duyar,
Ve ayak seslerini diğer yavru kedilerden
Daha önce hisseder.
Bazı çocuklar bağıra bağıra oynarlar:
"Kuyruksuz ke-di
Kuyruksuz ke-di"
Bazen Gökçe annesine koşmak ister,
Sımsıkı sarılmak ister,
Görünür bir neden yokken,
En azından bizim görebileceğimiz bir neden yokken.
Ve bir zaman sonra,
Gökçe'nin dünyasının bazı yönlerden
Bizim bildiğimizden biraz farklı olduğunu anlar,
Bizim tamamen hissedemediğimiz
Bir dünyanın içinde olduğunu düşünmeye başlarız.
Oralara gidebilmek
Gidebilmek bir şekilde,
Diğer gezegenlere gitmek gibidir.
Bu yolda Gökçe, sanki bir ekranın,
Bizim göremediğimiz bir ekranın arkasında gibidir.
Belki çok güzel renkleri vardır.
Belki renkler onunla konuşurken
Dikkatimizden kaçmaktadır.
Rivayet olunur ki:
Balıkların dalgalarla taşınan
Kendi dilleri ve kendi müzikleri vardır.
Kulaklarımız yeterince keskin olmadığından
Biz bu sesleri işitemeyiz.
Belki de,
Gökçe bizim asla duyamadığımız sesleri duyabilmektedir.
Belki de bu yüzden kendi kendine sıçramakta
Ve kendince dans etmektedir.
Bazen Gökçe'nin bir kuş olduğunu düşünürüm:
Kanatları kısa olan bir kuş.
Öyle bir kuş ki, uçması çok zor,
Daha çok kuvvet,
Daha çok çaba,
Daha çok zaman gerekiyor.
Normal kanatlı bir kuşun
Uçması daha kolaydır.
Fakat bir kuşun,
Kanatları kısa olan bir kuşun,
Uçmayı öğrenmesi için daha çok çalışması gerekmektedir.
Birde...
Fırtınalı bir öğleden sonrası,
Sallanan koltuğunda oturup
Kollarında oyuncak bebeğini sallayan
Bir başka Gökçe vardır.
Endişelidir, düşüncelidir ve sessizce sorar:
"Anneciğim,
Özge benim özürlü olduğumu söylüyor.
Bu ne demektir anneciğim?
Özürlü?

Çocuklar 'Geri' diyorlar ve gülüyorlar
Niçin gülüyorlar anneciğim?"
Gökçe'nin anlamadığı çok şey vardır.
Fakat diğer insanların da
Gökçe hakkında anlamadıkları çok şey:
Gökçe'nin kuyruksuz bir yavrukedicik gibi olduğu,
Gökçe'nin farklı bir müziği duyduğu,
O'nun korunmak zorunda olan
Kısa kanatlı bir kuş gibi olduğudur.
Gökçe mavi bir güldür, çok tatlı ve sevimli...
Ve o kadar az mavi gül var ki dünyamızda,
Bu yüzden haklarında bir çok şeyi bilemiyoruz.
Bildiğimiz sadece:
MAVİ GÜL'lere saygı duyup,
Daha fazla sevgi vermemiz gerektiğidir.

 

 

 KESKE  
Teypte eski bir Cohen şarkısı: 'Yolumu gözleyen bir kadını terk ettim / karşılaştık bir süre sonra /‘Gözlerinin feri sönmüş’ dedi bana: / ‘Aşkım, ne oldu sana? ’/Böyle gerçeği söyleyince / ben de doğru söylemeye çalıştım ona /‘Senin güzelliğine ne olduysa’ dedim, / ‘benim gözlerime de o oldu’. 8 - 10 dizeye sıkışmış hazin bir aşk hikayesi... Buruk; kırılmış oyuncaklar kadar... Ve yenik; 'keşke'li cümleler gibi... Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı... Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, 'keşke', onun güzüne denk gelir. Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç... Mağlubiyetin takısıdır 'keşke'... Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır. Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, göz yumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir. Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte... 'Yolunu gözlemeseydim', 'öyle demeseydim', 'terk edip gitmeseydim', 'en güzel yıllarımı vermeseydim' diye diye sızlanır gider. 'Keşke'nin panzehiri 'iyi ki'dir. İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir. 'Keşke', çoğunlukla bir 'ahhöla kopup gelir ciğerden... esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden... 'İyi ki' ise, muzaffer bir 'ohhöla büyür; cüretiyle övünür. 'Keşke'li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, 'iyi ki'lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar. Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır. Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur. Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır. O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır 'keşke'... 'Şimdiki aklım olsaydı' dövünmesindedir. Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, 'Ne derler'e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar. 'Keşke'cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır. 'İyi ki' öyle mi ya! ... Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır. 'İyi ki'lerinizi toplayın bugün ve 'keşke'lerinizden çıkartın. Fazlaysa kardasınız demektir. Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara... Rüzgarlarla koştunuz ya... 'Keşke'leriniz, 'iyi ki'lerden çoksa... Telafi için elinizi çabuk tutun. Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz 'keşke' diye nemlenmesin...
CAN DÜNDAR
-IYI KI- LERINIZIN COK OLMASI DILEGIYLE;
 
 

KORKU

    Korku kültürü bir dünya görüşü, yaşama bakış tarzı ve bir algılama zemini oluşturmaktadır. Korku güçlünün güçsüzü sindirerek ezdiği bir yaşam biçimi ortaya koyup güvensizliği beraberinde getirir…
Kimi insanlar karanlıktan, ölümden, gelecekten, bazıları bencillikten, faşizmden, tecavüzden, şiddetten, işkenceden, kimileri yükseklikten, işsiz kalmaktan, kimisi karanlıktan, kimiyse cinsel kimliğin ortaya çıkışından korkuyor.Bazı korkular çocukluktan veya aileden genetik olarak gelirken bazılarıysa “toplumsal baskı” ile oluşuyor. Sistemin çarklarının daha iyi dönmesi korkutarak sağlanıyor.Egemen anlayış, hakkını vermeme ve parayı kendi çıkarı için kullanma şeklinde korkutmayı en iyi yol olarak kabul ediyor.Para merkezciliğin toplumda yarattığı en önemli korku, geleceğin belirsizliği ve işsizliktir.Sosyal güvenlik, belli kesimler için risklerin sonuçlarını ortadan kaldırarak ya da azaltarak yarınını az çok ta olsa güvence altına alıyordu, çalışanları kaygıdan uzak tutuyordu. Böylelikle insanların daha rasyonel, insana muhtaç ve savrulmasını önlüyordu. Bu tür insan her an hakları için başkaldırıya hazır yani kapitalizm için tehlikeli insandı. Sistemin bu insanı yok etmesi gerekiyordu. Öyle de yapılmaktaydı. Sosyal güvenliği etkisiz kılmak ve korkutma ile kaygılı insanı yaratmak aynı noktaya işaret eder. Mevcut olan sistem kendisine güvenen insana karşıdır.Egemen anlayış korku ve zora dayalılığı kabul etmekte…Korku ve zorlama, verimliliğe ve üretkenliğe yansır. İşsiz kalmak gelirden yoksun olmak korkusu onu boyun eğmeye, koşulsuz kabule zorlamaktadır.Yarışmanın olduğu yerde bir kazanan bir kaybeden bulunur…Rekabet, serbest pazarcı temel özelliği ile korkunun da kaynaklarından birini oluşturur. Rekabette, kaybetme korkusu nedeniyle insan insanı tanımaz olur. Birisinin başarı hırsı ve kazanma isteği bir başkasının kaybetmesini ve beraberinde yıkımını getirir. Rekabet, insanlar arasında kuşkunun, kıskançlığın, nefretin de temel sebebini oluşturarak, dayanışma duygusu ile paylaşım isteğini de yok eder.Günümüzde gazetelerin üçüncü sayfalarına yansıyan olaylarla televizyon haberlerinin içeriğine iyi bakınız. “Reyting”i arttıran olaylar dolaylı yoldan bir ölüm korkusunu her gün insanların beyinlerine işleyerek yani korkuyu kullanarak topluma korku aşılamamakta mıdır?W. Shakespeare, “Korkmak” adlı şiirinde şöyle diyordu:İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için.Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için…Özgürlüklerimizi kısıtladığının da bilincinde olarak yazıyı Goethe’nin güzel bir sözüyle; “Korkacağımız tek şey korkunun kendisidir.” diyerek noktalayalım.
Özgür KARAKAYA

 

  Üç İhtiyar Misafir
Bir kadın, kapıdan dışarı çıktığında, bembeyaz sakallı üç ihtiyarın kendi evinin önünde oturduklarını görür.'Ben sizi hiç tanımıyorum, der...
Ama aç ve susuz olmalısınız... Lütfen içeriye gelin de sizlere bir şeyler ikram edeyim...''Evin erkeği içerde mi?' Diye sorar adamlar.'Hayır, der kadın. Şu an evin dışında.''O evde olmadığı sürece bizim bu eve girmemiz mümkün değil...' diye cevap verirler.Akşam olup kocası eve döndüğünde kadın olanları anlatır.'Peki, onlara söyleyebilir misin, der adam. Ben evdeyim artık, bu eve gelebilirler...'Kadın dışarı çıkıp bu kişileri içeri davet eder. Ama bu defa da;'Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz' der yaşlı adamlar.Kadın öğrenmek ister;'Niye giremezsiniz?..'İhtiyarlardan biri açıklar:'Onun adı ZENGİN, der bir arkadaşını göstererek. Diğeri BAŞARI... Ben ise SEVGİ...'Sonra ekler; 'Şimdi içeri gir ve kocanla konuş. Hangimizi evinizde istersiniz?..'Kadın içeri girip söylenenleri kocasına anlatır. Adam duyduklarıyla neşelenerek;'Ne güzel, der. Madem öyle, Zengin'i içeri çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun...'Karısı itiraz eder;'Canım, niçin Başarı'yı çağırmıyoruz?'Bu sırada, evin diğer köşesinde bulunan gelinleri konuştuklarını duyar. Koşarak gelir ve kendi fikrini söyler;'Sevgi'yi çağırsak daha iyi olmaz mı? Evimiz sevgiyle dolar!..''Gelinimizin teklifini dikkate alalım, der adam karısına... Dışarı çık ve bizim misafirimiz olması için Sevgi'yi davet et.'Kadın dışarı çıkar ve yaşlı adamlara sorar;'Hanginiz Sevgi idi? Lütfen içeri gel ve misafirimiz ol...'Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye başlar. Fakat diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler... Kadın şaşırmış bir halde Zengin ve Başarı'ya sorar;'Ben sadece Sevgi'yi davet ettim, siz niye geliyorsunuz?'Zengin ve Başarı bir ağızdan cevap verirler:'Eğer Zengin'i ya da Başarı'yı davet etmiş olsaydın diğer ikisi dışarıda kalırdı. Ama sen Sevgi'yi davet ettin... O nereye giderse biz de ardından oraya gideriz. Çünkü nerede Sevgi varsa, orda Başarı ve Zenginlik de vardır!..'
 

 HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK
Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi.
Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu.
Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor?
Birisi nasıl olduğunu sorsa;
"Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep..
"Bomba gibiyim." Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni...
Bir gün Jerry'ye gittim.
Anlayamıyorum dedim..
Nasıl olur da, her zaman,
her koşulda bu kadar olumlu
bir insan olabiliyorsun...
Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak,
ya kötü.. derim.
Havamın iyi olmasını seçerim.
Kötü bir şey olduğunda gene
İki seçimim var:
Kurban olmak,
ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden
ders almayı seçerim.
Birisi bana bir şeyden şikâyete geldiğinde,
gene iki seçimim var..
Şikâyetini kabul etmek ya da ona
hayatın olumlu yanlarını göstermek.
Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim.
Bu kadar kolay yani?
Evet..
Kolay dedi Jerry..
Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda bir seçim vardır.
Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin.
Sen insanların senin tavrından nasıl
etkileneceklerini seçersin.
Sen havanın, tavrının iyi ya da
kötü olmasını seçersin...
Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi.
Onu, uzun yıllar görmedim.
Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek
yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde
hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi.
Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp,
Jerry'yi delik deşik etmişler...
Ameliyatı 18 saat sürmüş,
haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde,
kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm.
Nasılsın? diye sorduğumda,
Bomba gibiyim dedi. Bomba gibi.
Olay sırasında neler hissettin Jerry, dedim.
Yerde yatarken,
iki seçimim var diye düşündüm..
Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü..
Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !?
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep, İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla
sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum.
Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu.
Bir şeyler yapmazsam,
biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..
Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..
Evet diye yanıt verdim..Var..
Doktorlar ve hemşireler merakla sustular..
Derin bir nefes alarak kendimi
toparladım ve bağırdım:
Benim kurşunlara alerjim var !..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar.
Tekrar bağırdım..
Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin.
Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları
sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı.
Yaşaması bana yeni ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı
seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

 

 

 

 

Hiç kimse" olmak istiyorum… 

 

  Devrin valisi emrindeki yöneticiler ile atının üstünde şatafat içinde girer şehre… Yol kenarlarında insanlar iki büklüm, elpençe divan selamlarlar valiyi…Bütün bu şatafatlı itaat gösterileri arasında valinin gözleri, sokağını bir köşesinde yere çökmüş olan ve etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir adama takılır… Perişan kılıklı, saçı sakalı birbirine karışmış bu adamın olduğu yere sürer atını vali…Atının üstünden inmeden, kibirli ve sert bir ses tonu ile bağırır adama: 

 

 “Behey adam, herkes benim şehre gelişimi elpençe karşılarken sen kimsin ki yerinden bile kıpırdamıyorsun? ” 

 

Perişan kılıklı adam istifini hiç bozmadan, sakallarının ve uzun saçlarının arasından belli belirsiz gözüken gözlerini valiye çevirerek,


 “Ben hiçim” der…

 Vali daha da hiddetlenir… 

“Ne demek hiç, senin bir adın, sanın, ünvanın yok mu bre adam! ” der… 

“Senin var mı? ” der bu kez adam… 

Vali iyice şaşırır ama cevaplar… 

“Gafil adam, nasıl tanımazsın, ben valiyim! ” der. 

Adam aynı ses tonu ile sorar yine: 

“Peki daha sonra ne olacaksın? ” 

“Sadrazam olacağım” der vali. 

“Peki ya daha sonra? ” 

“Padişah olacağım” 

“Peki ya daha sonra? ” 

Kısa bir an duraksar vali ve “Hiiççç “ der.

Sadece gülümser perişan kılıklı adam…

 

Siz isterseniz “herkes” olmaya devam edin… 

 Ben “hiç kimse” olmak istiyorum…
Bir ömrün sonunda evleri, arabaları ve para kasaları olan insanların, bütün bunları kazanırken kim bilir kaç gerçek aşkı yitirdiğini ve günün birinde yaşlanıp, başlarını yaslayacakları bir sevgili omuzu aradıklarındaysa, soğuk ev duvarlarının, lüks araba koltuklarının ve çelik para kasalarının bir sevgilinin yerini tutmadığını, acı içinde fark ettiklerine şahit oluyoruz…
 

Bütün ömrünü kariyer, güç ve para peşinde gece gündüz çalışarak geçiren insanların, günün birinde bütün kazandıklarını, elindekileri kazanırken yitirdikleri sağlıklarına harcadıklarını görüyoruz…

Hep daha fazlasını isterken, aslında giderek hep daha azalıyoruz… 

Sabahları kalkıp, elbise dolabımızın önünde durduğumuzda, giyeceğimiz elbiseye ve yanına gideceğimiz insanlara en çok uyacak maskeyi de seçiyoruz elbiselerimizin yanında duran maskelerimiz arasından… 

Sevdiğimiz, beğendiğimiz, örnek aldığımız, kıskandığımız, yerinde olmak istediğimiz birilerinin seslerini, sözlerini, bakışlarını ve tavırlarını alıyor, sanki bize aitmiş gibi kullanıyoruz… 

Hepimiz hep başka birileriyiz…

 Bu kısa öyküyü ilk duyduğumda, benim ruhumun ”hiç kimse olmak isteyen adamı”nın öyküsünü bulduğumu anlamıştım…

  Kısacık bir öykü bu… Ama hayatımıza yön veren bir öykü… 

 

::::::::Günlerden bir gün:

Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir adam gelir ve yüzüne tükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, 'Başka? Başka ne söylemek istiyorsun? ' Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce 'Başka? ' diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur. Daha önce insanları hep aşağılamıştır ve onlar da kızarak tepki vermiştir. Ya da korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, ne öfkelenmiş, ne de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde 'Başka? ' diye sormuştur. Tepki vermemiştir.

Ama Buddha'nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: 'Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz. Sen öğretine devam et, biz de şu adama bunu yapamayacağını gösterelim. Cezalandırılması gerekiyor. Yoksa herkes aynı şeyi yapmaya başlar.'

Buddha konuşur:'Sesini çıkartma. O beni kızdırmadı, ama siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; 'bu adam tanrıtanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor' gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü. Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir. Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; ne yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden 'Başka? ' diye sordum.'

Adam daha da çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: 'Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, ama yine de tepki veriyorsunuz. '

Şaşıran, kafası karışan adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Bir buddha gördükten sonra artık eskisi gibi uyumak zordur, mümkün değildir. Bu deneyim tekrar tekrar aklına gelir. Ne olduğunu kendine açıklayamaz. Titreme, terleme nöbetleri geçirir. Böyle bir adama hiç rastlamamıştır; bütün zihni, bütün kalıpları, bütün geçmişi dağılır.

Ertesi sabah geri döner. Buddha'nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: 'Başka? Bu da sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun.' Buddha devam eder: 'Bak Ananda, bu adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir adam bu.'

Adam Buddha'ya bakar: 'Dün yaptığım şey için beni affet.'

Buddha cevap verir: 'Affetmek mi? Ama ben, dün o hareketi yaptığın adam değilim ki. Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, ama aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim.'

'Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen adam değilsin, çünkü o adam kızgındı. O kızgındı, ama sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki adam; tüküren adam ve tükürülen adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım. ' ::::::::::

 

 
   
 
SiteEkle.Web.Tr Bölgeler ve Şehirler ..logo-technitoit Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol